Arama:

8/31/2018

Campfire Audio Andromeda İncelemesi

Head-Fi ve özellikle de SBAF gibi platformlarda oldukça yoğun ilgi ve takdirle karşılanmış bu 5 balanced armature sürücülü kulaklığın incelemesini elimden geldiğince yapmaya çalışacağım.

Son 5 senedir bu hobiyle elimden geldiğince haşır neşir olmaya çalışan birisi olarak şu ana kadar çok fazla üst seviye kulaklık deneme şansına mazhar olamadım malesef. Başlangıçta Sennheiser HD 598 ve Audio Technica ATH-M40X gibi over-ear kulaklıklarla oldukça tatmin olsam da bu tip kulaklıkların günlük mobil kullanımda pek de pratik olmaması ve benim de musikiye ayırabildiğim zamanın büyük ölçüde işe gidip gelirken toplu taşımadaki süreyle sınırlı olması beni IEM arayışına itti diyebilirim

Temel olarak nötral dizilime yakın, bas ve tizlerde çok çok hafif bir artış sunan IEM arayışım ilk başta birçoğumuz gibi beni ucuz yollu opsiyonlara yöneltti. Monoprice 8320 ile başlayıp kısa sürede Soundmagic E80’e geçip uzunca bir süre keyifle kullandıktan sonra Pinnacle P1’e geçip bu arkadaşı Chord Mojo ile 1 yılı geçkin süre ayıla bayıla kullandım. Ama tabi ki upgradeitis denen illet neticesinde bu arayışa uzunca bir süre ara verebilmek adına TOTL bir IEM peşine düşünce okuduğum yorumlar ve incelemeler neticesinde Andromeda’da karar kıldım ve sabırla Black Friday’i beklemeye başladım.

Dolayısıyla bu incelemede herhangi bir karşılaştırma yapamayacağım zira daha önceki IEM’lerim kendi fiyat kategorilerinde her ne kadar çok tatminkar sonuçlar sunsa da gerek dinamik sürücülü IEM’ler olmaları gerekse de aradaki uçuk fiyat farkı nedeniyle bu arkadaşları karşılaştırmaya sokmak Barcelona ile takımım Beşiktaş’ı karşılaştırmak gibi olacak. Bundan dolayı sadece izlenimlerimi ve farklı kaynaklarla elde ettiğim sonuçları paylaşacağım.

Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Bu kulaklık kimler için? Rock, metal, klasik müzik, jazz sevenler için end-game IEM olabilir kesinlikle.

Kimler için değil? Elektronik müzik sevenler ve basshead’lerin aradığını bulamayacakları bir kulaklık olabilir, şimdiden uyarayım ki bu inceleme ile boşuna vakit kaybetmeyin...

İnceleme için ağırlıklı olarak kullandığım albümleri ve seçilme sebeplerini de önceden belirteyim:

Steven Wilson – Hand Cannot Erase ve To The Bone (Son dönemde dinlediğim türler içerisindeki en kaliteli ve dinamik prodüksiyonlar olduklarını düşündüğüm için)

Alkaloid – Liquid Anatomy (Ekstrem müzik, compressed mastering’e rağmen büyük ölçüde zengin bir mikrodetay sunan düzenlemeleri algılayabilmek)

Amorphis – Queen of Time (yukarıdaki kadar sert olmasa da benzer sebepler ek olarak vokallerdeki çeşitlilik)

Judas Priest – Firepower (cayır cayır elektro gitar, yürek hoplatan baslar ve akıl alan davul partisyonlarının sunumu)

Yes – Close To The Edge, King Crimson – Lark’s Tongues in Aspic ve Return to Forever – Romantic Warrior (70’lerin eski ama kaliteli kayıtlarındaki performans)

Pain of Salvation – 12:5 (akustik canlı kayıtlardaki performans)

Gelelim Andromeda’ya:

Baslar:

Kesinlikle bir basshead’e uygun olmamakla birlikte bas mevzusunda çok da yabana atılmaması gereken bir IEM. Özellikle kullanılan müzikçaların output impedance'ı düştükçe baslar giderek öne çıkıyor. Örneğin Sony WM1A’da yaklaşık 1 ohm civarındaki OI ile tam hedeflediğim yoğunlukta, spektrum içerisinde hissedilebilir ama aşırı öne çıkmayan bir bass varken, Chord Mojo ya da iphone’un yanında gelen lightning dongle gibi sıfıra yakın bir OI ile baslar spektrumun birkaç adım önünde yer yer mid’lere bile taşma sınırına yakın olduğunu düşündüğüm bir hal alıyor. Elbette bunun da meraklıları olacaktır ama bu gibi sıfıra yakın impedans’lı kaynaklarda benim hissettiğim tizlerde bir boğuklaşma var. Işıltılı tizleri seven benim gibiler için çok da hoş bir deneyim olmadığını düşünüyorum. “Fazla basa hayır demem ama tizlerime dokunma” demek istiyorum kendisine.


Dolayısıyla bu kulaklığı en sağlıklı değerlendirebilecek kaynaklar yaklaşık 1-2 ohm’luk bir output impedance sunan Sony WM1A ve ZX2 gibi DAP’lar diye düşünüyorum.


WM1A’da birçoklarınca bass’ların miksajda boğuk olduğu ifade edilen Amorphis – Queen of Time albümünde bile Oli-Pekka Laine’nin bass’ları çok net dinlenebiliyor. Daha iyi mastering’e sahip Steven Wilson albümlerinde ise Nick Beggs’in yerinde duramayan bass’lari ya da Close To The Edge’de Chris Squire’ın Rickenbacker’ı yer yer başka mevzulara odaklanmanızı engelleyecek kadar etkileyici. Genel olarak bass’lar vurucu, hızlı ama sustain’i oldukça kısa diyebiliriz. Balanced armature’ler için çok klasik bir tablo bu muhakkak ki ama andromeda bu tipik senaryoyu sizlere çok daha güçlü ve heyecanlı bir şekilde sunuyor. Kick drum’larda da benzer bir durum mevcut. Her türlü nüansı hissedebildiğiniz, hızlı bir sunum var burada da. Sub-bass değil de Mid-bass ağırlıklı demek en doğrusu belki de.

Midler:

Output impedance’tan en az etkilenen bölüm burası Andromeda’da. Benim gördüğüm kadarıyla kaynaktan bağımsız olarak her senaryoda ciddi anlamda tatminkar bir sunum var midlerde. Judas Priest’in Firepower albümünü (aslında neredeyse her metal albümünü) dinlerken yerinizde duramıyorsunuz ısırgan ve enerjik gitar sounduyla. Hoş, bunda Firepower’ın da aşmış bir albüm olmasının da katkısı büyük ama neyse... Yanda görülebildiği üzere Boba Fett de bu performansa hayran kalmış vaziyette zaten.

Müzik dinlerken refleks olarak daha çok enstrümanlara yoğunlaşan biri olduğum için vokaller konusunda yorum yapmam ne kadar doğru bilemiyorum ama gerek erkek, gerekse de kadın vokallerde sunumun oldukça gerçekçi ve heyecan verici olduğunu düşünüyorum. Steven Wilson’ın Hand Cannot Erase albümünde gerek Steven’ın gerekse de Ninet’in vokallerindeki nüanslar çok etkileyici hal alabiliyor. 10 yıl kadar keman çalmış biri olarak Andromeda ile dinlediğim birçok klasik müzik kaydında da keman ve çello’ların tınısını çok çok iyi ve gerçekçi buldum. PoS’ın 12:5’inde akustik enstrümanların tınıları ve tabi ki Daniel kardeşimizin vokalleri tam olması gerektiği gibi bence.

Tizler:

Bence tüm frekanslar içerisinde Andromeda’nın en başarılı olduğu yer burası. Birçok incelemede bu mevzuda zaten piyasanın en iyilerinden biri olduğu belirtiliyor. Hızlı olduğu kadar sustain’i de oldukça uzun. Sibilansa hiç rastlamadım kullanmaya başladığım günden beri. Gerçekten kusursuz demekte sakınca görmediğim bir mevzu Andromeda’nın tizleri, bundan dolayı bu mevzuyu uzattığım takdirde sadece övgü cümleleri okuyacağınızı öngörerek sizleri sıkmadan bu bölümü kısa tutmayı uygun buldum.

Tizlerdeki bu başarılı sunum birazdan bahsedeceğim detay ve sahnedeki ferahlığa da son derece olumlu katkıda bulunuyor.


Sahne:

Bir IEM olduğuna inanmakta güçlük çekebileceğiniz bir IEM Andromeda. Birçok orta-üst seviye açık over-ear kulaklığın sahnesi ile kapışabilecek kadar ferah bir sahne var. Sahne mevzusunu algılama konusunda ciddi anlamda özürlü bir insan olarak ben bile farkı çok net hissedebildim. Bunun bir de yatay/dikey ayırımı var ama malesef ben dikey yönde bir inceleme yapabilecek bir yetkinlikte görmüyorum kendimi. Ancak yatay düzlemde oldukça geniş ve ferah bir sahne var. Mojo ile kullanıldığında bunu anlayamıyorsunuz ama WM1A ile, özellikle de balanced output kullanıldığında bambaşka bir boyuta ulaşıyor sahne. Her enstrümanı konumlandırabildiğiniz ama müziğin bütünlüğünü de bozmayan harika bir sahnesi var Andromeda’nın.


Detaylar:

Mikro ve makrodetay açısından da üst seviye bir performans sunuyor Andro. Kaliteli bir klasik müzik kaydı dinlerken (mesela Itzhak Perlman’ın solist olarak çaldığı 4 Mevsim) keman yayının her hareketini hissedebiliyorsunuz net bir şekilde. Hatta kemandan çıkan sese ek olara yayın sürtünme sesleri bile kolaylıkla algılanabiliyor ve bu inanılmaz bir deneyim. Daha kötü bir kayıt olan Alkaloid – Liquid Anatomy’de ise genel olarak tabi ki sert bir müzik var ama albüm genelinde lead gitarın aralara serpiştirdiği tiz frekanslarda hasta ruhlu olaylar var ve Andromeda ile bunları çok rahat algılayabiliyorsunuz.

Bu kadar detay sunarken müziğin bütünselliğini de hiç bir zaman yitirmediğini belirtmek gerek. Özet kısmında da bu mevzuya değineceğim.


Kablo Seçimi:

Bu bölümü kısa tutmaya çalışacağım. IEM ile birlikte gelen gümüş kaplı Litz kablo çok çok başarılı kesinlikle. Bas ve tizlerde hafif bir artış oluyor SPC kabloların karakteristik özelliği olarak.

Dengeli çıkışın bu kadar övülüyor olması sonrası “hadi canım, ne kadar fark olabilir ki?” diyerek ucuz yollu bir çözüm arayışına girdim. Brainwavz’ın standart balanced kablosunu yanına da ibasso’nun CA02 4.4mm adaptörünü sipariş ettim. Yaklaşık 30 usd’lik bir yatırım sonrası ürünler elime ulaştığında ilk denemem hayatımda unutamayacağım bir hayret sekansına büründü benim için. Sahne bir anda genişledi, detay seviyesinde ciddi bir artış oldu ama kablonun kalitesiz bir ürün olması neticesinde Litz kablonun sunduğu o kısmen gövdeli sayılabilecek sunum oldukça cılızlaştı diyebilirim.

Bu ne demekti? Bu, yeni bir arayışa başlamak demekti... Tam o dönemde Audiominor markası altında faaliyetlerini sürdüren Boğaç Bey imdadıma yetişti. Kendisinin yaptığı (fotolarda da görebileceğiniz) Marquise hibrid kablo ile kişisel nirvanama ulaştım diyebilirim. Bass’lardaki gövde geri gelirken detay seviyesi, çözünürlük ve sahnede bir miktar daha artış oldu. Tam hayallerimdeki sunuma kavuştum diyebilirim. Tek sıkıntı kablonun oldukça sert olması ve günlük pratik kullanıma pek de uygun olmaması. Ama bir şekilde çözülmeyecek dertler değil bunlar.

Andromeda kesinlikle balanced output ile kullanılması gereken bir IEM. Diğer DAP’larda da benzer bir sunum oluşuyor mu bilemiyorum ama Sony ZX2, WM1A ya da ZX300’ün balanced output’uyla kullandığınız takdirde size cenneti vaadediyor Andromeda.

Özet:

Müzikalite. Tek kelimelik özeti bu Andromeda’nın. Müzikalite. Odyofillerin arzuladığı nötrale yakın bir sunumu verirken müziğin heyecanını kaybetmeyen, sizi detay bombardımanına tutarken müziğin bütünselliğini yitirmeyen, oldukça geniş bir sahne sunarken müzikteki odağı kaybetmenizi engelleyen bir şaheser Andromeda.

The Pineapple Thief - Dissolution (2018)


1990'lı yıllardaki muhteşem psychedelic çalışmalarının ardından 2000'li yılların progressive rock adına en heyecan verici oluşumlarından biriydi Porcupine Tree şüphesiz ki. Steven Wilson'ın solo kariyerine ağırlık vermesinin ardından ne yazık ki tarihin tozlu sayfalarına gömülen bu güzide grubun hayranları da yetim kalmıştı.

Kuruluşunun yirminci yılını kutlamaya hazırlanan The Pineapple Thief ise açıkçası hiçbir zaman tam olarak ısınamadığım, zaman zaman akılları alan parlak anlar barındırsa da kanımca hep bir şeylerin eksik kaldığını hissettiren bir gruptu. Ta ki 2016 yılında çıkan Your Wilderness isimli muhteşem albümlerine kadar...

Albümün çıkışıyla beraber binlerce Porcupine Tree hayranı kendinden geçmişti adeta. Davulda misafir sanatçı olarak Gavin Harrison'ın olması değildi sadece bu coşkunun kaynağı, zira parçaların kurgulanma ve düzenlemeleri, kullanılan atmosfer, melankolinin deneysellikle muhteşem bir şekilde harmanlanmış olması ve hepsinden önemlisi bestelerdeki melodilerde yakalanan inanılmaz kalite ve akılda kalıcılık, kopyalama ucuzluğuna kaçmadan resmen buram buram Porcupine Tree kokuyordu. Yıllardır görüşülemeyen eski bir dostla rakı sofrasına oturmak gibiydi Your Wilderness. Kanımca tek kötü yanı süre olarak oldukça kısaymış gibi hissettirmesiydi. Bestelerdeki sürükleyicilik sayesinde başladığı gibi bitiyor gibi hissettiriyordu dinleyene ve bu da rakı sofrasında mezenin bitmesi etkisi yaratıyordu bünyede. Neyse ki Bruce Soord ve arkadaşları bizleri çok fazla bekletmeden, hem de Gavin Harrison'ı daimi eleman olarak kadroya katarak yeni albümlerini sundular.


Aradan geçen iki senede ne mutlu ki değişen çok bir şey yok. Bestelere yaklaşım yine melankolik, akılda kalıcı melodiler çevresinde şekillenen yoğun atmosfer ve progressive rock tabanlı enstrümantasyon ekseninde yükseliyor. Tabi ki bu sefer Your Wilderness'ın yarattığı sürpriz etkisi söz konusu değil. Gavin Harrison'ın parça yazımına bu albümde katkıda bulunabilmiş olması neticesinde bence çok daha iyi davul partisyonları mevcut albüm genelinde. Harrison'ın ghost note'lar ve zillerle yaptığı ve artık imzası haline gelen dokunuşları bu sefer kesinlikle çok daha etkileyici. Ancak geçen albümde gitarda konuk sanatçı olarak harika sololara imza atan Darran Charles'ın bu albümde yokluğu hissedilse de bu eksikliğin Dissolution'ın genel kalitesini çok da aşağıya çekmediğini söyleyebilirim.


Your Wilderness'ın bonus diski olan 8 Years Later'ı dinlediyseniz Dissolution'ın birçok bölümde 8 Years Later soslu bir Your Wilderness sentezini yakaladığını söylemek de çok yanlış olmaz diye düşünüyorum. Progressive rock ve art-pop'un çok başarılı bir sentezini arıyorsanız bu albümün sizi hayalkırıklığına uğratmayacağını söyleyebilirim rahatlıkla. Your Wilderness'ın altında kalmayan, çok dramatik değişiklikler barındırmasa da grubun anlatımına yeni lezzetler eklemeyi de başarabilmiş bir çalışma Dissolution.


Tavsiye edilen parçalar: White Mist, Threatening War, Shed a Light

Puan: 8/10



Steven Wilson - The Raven That Refused To Sing (2013) (Arsiv)



Eğer deneysel rock türevlerine sadece kıyısından da olsa aşina olsanız bile tahminen ismini duymuş olduğunuz bir isimdir Steven Wilson. Yıllardır Porcupine Tree ile belki teknik olarak olmasa bile duygusal ve kompozisyonel zenginliğin sınırlarını zorlayan bu zat, son dönemde kızağa aldığı PT sonrası iyice ağırlık verdiği solo kariyeri ile şaşırtmaya devam ediyor.

Daha önceki solo çalışmaları incelendiğinde Grace for Drowning'e kadarki dönemde progressive rock kalıplarından oldukça uzak ama çok özgün işer çıkaran Wilson, Grace for Drowning ile birlikte adeta içerisine Robert Fripp kaçmışçasına yoğun bir 70'li yıllar ziyafeti sunmaya başladı. Bu kendi adıma söyleyeyim çok ciddi bir sürprizdi, zira Wilson tüm röportajlarında 70'li yılları her ne kadar sevse de bu tarz müzik yapmaktan pek de hoşlanmadığını defalarca belirtmişti geçmişte. Sanırım King Crimson ve Jethro Tull'ın eski albumlerini remaster ve remix ettiği süreç, kendisinde farklı duygular uyandırmış olacak ki son iki albümdür bambaşka bir Steven Wilson ile karşı karşıyayız. Grace for Drowning'de ciddi bir King Crimson rüzgarı estiren Wilson bu albümüyle bu etkilenimlerin üzerine fusion esintileri de eklemiş gibi görünüyor. Bu aşamada albümde gitarlarda Guthrie Govan, klavyede Adam Holzmann, flüt ve saksofonda Theo Travis, basta Nick Beggs, davulda ise Marco Minnemann hazretlerinin çaldığı gibi "ufak" detayları da atlamadan hemen albüme geçelim.

Fusion etkilenimlerinin zirve yaptığı Luminol ile fırtına gibi başlıyor albüm. Aylar öncesinden live albümde yayınlanmış olan Luminol'e zaten alışık olan bünyeler için albümün başlangıcı tabi ki çok tanıdık geliyor ama başarılı prodüksiyon sayesinde daha öncesinde atladığım bir çok lezzetli detayı yakalamak cidden keyif veriyor. Arkadan gelen Drive Home ise dinleyiciye soluklanma fırsatı sunuyor. Tipik bir Steven Wilson bestesi olduğunu düşüdüğüm bu sakin parça Govan'ın muhteşem performansı ile sonlanıyor. The Holy Drinker'daki Opeth etkilenimleri dikkat çekici ve kompozisyonel olarak parçanın atmosfer ve türlü sertlik katmanları arasındaki devinimi parmak ısırtıcı. The Pin Drop ise ne yaşan söyleyeyim bir türlü ısınamadığım ve varlık sebebini çözümleyemediğim bir parça. Ama arkasından gelen The Watchmaker... Sadece bu parçadan oluşan bir albüm olsaydı bile sanırım verdiğim para için üzülmezdim. Her yönüyle Wilson'ın kariyeri boyunce yaptığı en iyi işlerden biri kanımca. Uslu sakin başlayıp gittikçe tempoyu arttıran ve tüm bunları ustaca bir şekilde homojenleştiren bu parça karşısında sadece şapka çıkarıyorum. Yayınlanan klibiyle bir çoğumuzun tanışma fırsatı yakaladığı The Raven That Refused to Sing ise Wilson'ın en iyi becerdiği şey olan atmosfer yaratımı konusunda yine oldukça başarılı ve akıllara kazınan nitelikte bir parça. Şu ana dek müzisyenlerin performansından pek bahsetmedim dikkat ederseniz, zira yukarıda isimlerini saydığım bu adamlardan beklentiniz nedir bilmiyorum ama tüm bu komplike işler arasında her biri parmak ısırtıcı performans sergiliyor ama çıkıp "bak işte şu parçada şu adam öne çıkmış" denebilecek çok da bir durum yok. Bence muhteşem bir grup kimyası dahilinde her şey tam dozunda (sönük kalmadan tabi ki) kotarılmış. Tüm bunlara ek olarak ses mühendisliğinde Alan Parsons imzası ile birleşen Steven Wilson mükemmeliyetçiliğinin prodüksiyon departmanında yarattığı harikalardan da bahsetmek gerekiyor. Bu kadar komplike mevzular barındırmasına rağmen her notayı bu kadar net seçebildiğim nadir albumlerden olduğunu söylemeliyim. 

The Raven That Refused to Sing, SW etiketiyle değil de başka bir isimle çıkmış olsaydı kesinlikle bir başyapıt olurdu. Şu haliyle de çok başarılı kesinlikle ama Wilson'ın bence içinde bulunduğu kafa karışıklığından olabildiğince erken kurtulması gerekiyor. Grace for Drowning'deki sound'u 70'lere saygı duruşu tadında tek albümlük bir macera  olarak değerlendirmiştim, ama yine de o albümde double-cd olmasına rağmen parçalar arasında ciddi bir uyum sezilebiliyordu. The Raven That Refused to Sing ise muhteşem güzellikte ama tarz olarak birbirinden kopuk parçalardan oluşan bir compilation gibi sanki. Bu uyum yakalanmış olsa kusursuz bir başyapıttan bahsediyor olabilirdik oysa ki...


Puan: 9/10





Riverside - Shrine of New Generation Slaves (2013) (Arsiv)



Polonya gibi progressive rock tarihi açısından çok önemli ama önemi az bilinen ve ciddi bir progressive rock geleneğine sahip bir ülkenin günümüzde bu müzik açısından lokomotifi olan Riverside yeni albümüyle bu liderlik kapsamını uluslararası niteliğe taşıma konusunda kararlı gözüküyor. Hoş, daha ilk albümleri olan Out of Myself ile 2005 yılında dahi gözümde bu noktaya gelecekleri besbelliydi, ki bunu hem Metal Pit adlı sitedeki kritiğimde hem de ekşi sözlükte defalarca belirtmiştim ama artık bu albümleriyle bunu kavrayabilmek için önsezilere veya geniş bir prog rock birikimine ihtiyaç bırakmamışlar.

Bir önceki albümleri Anno Domini HD'den ziyade ilk 3 albümlerindeki tarza daha yakın duran SoNGS, tür adına Riverside hanesine yeni bir başyapıt olarak yazılabilir nitelikte bir çalışma. ADHD, barındırdığı yüksek doz agresyon ile belki kemikleşmiş prog metal dinleyicileri için ciddi bir cazibe merkeziydi ama Riverside soundunu tanımlayan birçok element oldukça arka planda kalmıştı. Çok çok iyi bir albümdü belki ama Riverside için doğal bir evrim sürecinin devamından ziyade bir kırılma niteliğindeydi. Evrim de kırılmalarla ilerler diyecekler olacaktır ama bu bambaşka bir felsefe sohbetinin konusu olsun. SoNGS ise melankolik esintileri geri getirip bunu tipik Riverside soundunu ciddi anlamda ileri taşıyarak yapar bir nitelikte. İlk 3 albümü dinlerken "evet burası Anathema gibi", "şurada Porcupine Tree duydum sanki, "vaay Tool'a özenmişler", "burası biraz Marillion-Genesis-Camel kırması gibi olmuş" sözleri ister istemez zikrediliyordu ama bütün bu etkilenimler çok ciddi bir homojenite içinde çok başarılı bir şekilde harmanlanmıştı. SoNGS, dinlerken bu gibi sözleri sarfetmediğim ilk Riverside albümü oldu diyebilirim (Celebrity Touch'taki Deep Purple diye bağıran kısımlar hariç. Zaten albümde çok sırıtan ve gereksiz bir parçaymış gibi geldi bana).

Sanırım Piotr Grudzinski'nin gitarlarının kısmen daha arka planda kalmasının da etkisiyle ilk 2-3 dinlemede çok vasat bir izlenim bıraktı SoNGS bende ama dinledikçe bu izlenim bambaşka bir hal aldı. Grudzinski'den boşalan alanı mükemmel bir şekilde dolduran Lapaj ve klavyesi, Duda'nın akıl alan vokalleri ve kütür kütür basları ile birleşince oldukça dolgun bir sound ortaya çıkmış kesinlikle. Bütün bu faktörler leziz bestelerle birleşince Out of Myself'in kalbimdeki tahtını sarsabilecek nitelikte bir yapıt çıkmış ortaya. Dinleyin, dinletin...

Puan: 8/10