Arama:

9/02/2018

Between The Buried And Me - Automata (2018)


Yıllar önce Between The Buried And Me (BTBAM), Alaska albümlerini piyasaya sürüp genç ve gelecek vadeden bir grup olarak ufak ufak progressive metalcore piyasasında adından söz ettirmeye başladığında kendileriyle ilgili çok güzel ve yerinde bir tespit mevcuttu: "BTBAM albümlerini dinlemek çok güzel ve seksi bir hatunla sevişmek gibi. Ancak hatun sürekli pozisyon değiştirdiği için bu sevişmeden zevk almak çok zor." 

Gerçekten de grubun deneysellik ve oyunun kurallarını yeniden yazmaya yönelik iştahı dinleyici açısından süreci oldukça zorlaştırıyordu. Progressive müzik içerisinde bu eleştiri tabi ki ilk bakışta yersiz gibi gözükse de müziklerinin derinlerine indiğinizde grubun kendi sesini aradığı o yıllarda şarkı yazmayı çok da iyi bilmediğini düşünüyorum. Bu eleştiri, geçen yıllar içerisinde grubun kazandığı tecrübe ve ortaya koyduğu her çalışmada bir öncekinin üzerine çıktığı gözlemi de düşünüldüğünde bence oldukça yerinde bir tespit. Bu süreç içerisinde ana türün metalcore'dan progressive metal'e evrilmesinin ve brutal vokallerin sıklığının da giderek azalıyor olmasının benim gibi fani progressive rock/metal dinleyicilerin BTBAM'a ısınması açısından işleri oldukça kolaylaştıran bir faktör olduğunu da belirtmekte fayda var.

Önce neredeyse herkesin bir başyapıt olduğu konusunda hemfikir olduğu Colors ve sonrasında gelen The Great Misdirect albümlerine baktığımızda şarkıların giderek daha net kimlikler kazanması, her parçada dinleyicinin kendini parçaya ait hissetmesini sağlayan ana temaların giderek belirginleşmesi ile şarkı yazımındaki zayıf yönünü de törpüleyen BTBAM için yapılabileceklerin sınırı kalmamıştı ve The Parallax II: Future Sequence albümüyle grup, kendileri açısından aşılması oldukça zor bir çalışmaya imza atarak birçok eleştirmenin 2012 yılının en iyi albümleri listelerinde zirveyi kapmıştı. Ardından gelen Coma Ecliptic ile deneysellik ve sertlik dozu bir tık aşağıya çekilerek dinlemesi kısmen daha kolay ama deneysellikten de ödün vermeyen gayet başarılı bir albüm ile kulakları şenlendirdiler. Dream Theater elemanlarının dinlerken büyük keyif aldıklarını söyledikleri ve kendi müziklerinde de bu etkilenimleri yansıttıkları bir grubun giderek Dream Theater'a benzemeye başlaması da gözlerden kaçmayan paradoksal bir durum olarak kayıtlara geçti tabi ki.


2018'e geldiğimizde ise önce grubun Sumerian Records ile anlaştığı ve bu yıl içerisinde iki ayrı albüm çıkaracağı haberi geldi. Kafalarda oluşan soru işaretleri, konseptin ilk albümü Automata I'in piyasaya çıkması ile yerini ciddi anlamda isyana bıraktı, zira Automata I, albüm akışının ciddi bir tırmanış içerisinde olduğu Blot ile pat diye sonlanırken albümden alınabilecek keyfi de minimalize ediyordu. Bunu farkettiğim anda albümü dinlemeyi bıraktım ve Automata II'yi beklemeye başladım. Automata II ortamlara salındığında ise bu kararımın ne kadar doğru olduğunu görmek çok zor olmadı. Albümün açılış şarkısı Proverbial Bellow muhteşemdi muhteşem olmasına ama şarkının başlangıcında herhangi bir intro dahi olmadan bodoslama şekilde olaya girmesi, Automata'nın artistik bir vizyon gereği değil de tamamen plak firmasının (ya da grubun, bilemiyorum) açgözlülüğü nedeniyle tam ortadan karpuz gibi ikiye bölünerek suni bir parçalanma yaşadığını gözler önüne seriyordu. Bu yüzden bu incelemeyi yazarken iki albümü tek bir albümmüşçesine, sadece Automata adı altında incelemeyi uygun görüyorum.



Automata'yı tek bir cümle ile özetleyecek olsam The Great Misdirect'teki soundun Coma Ecliptic dönemindeki yaklaşımla yeniden yorumlanmış hali derdim sanırım. Coma Ecliptic'e göre daha sert bir sound var ortada ama melodik yapının korunmuş olması sevindirici. Condemned to the Gallows ile oldukça sert bir başlangıcın ardından House Organ ve Yellow Eyes ile alışılagelen son dönem BTBAM tarzının güzide örnekleri olarak dikkat çekiyor. Millions ile dinleyiciye başlangıçta soluk aldıracak gibi olsa da parçanın ortalarında gerginliğin ziyadesiyle damardan verildiği bir parçaya dönüşüyor. Sonrasında gelen intro hüviyetindeki Gold Distance ve bağlandığı Blot ile albüm zirvesini yapıyor bana göre. Blot, bana göre günümüz BTBAM sound'unu barındırdığı değişken atmosfer, sert ve yumuşak pasajlar arasındaki geçişlerin kusursuzluğu ve tabi ki icradaki kalite ile çok iyi özetliyor. Sonrasında gelen Proverbial Bellow da nefes almanıza olanak tanımadan bu kaliteyi kısmen daha yumuşak bir sound, muhteşem melodiler ve akıllara kazınan bir nakarat ile sürdürüyor, hatta belki de bir tık yukarı bile taşıyabiliyor. Bu albüme kadar grubun gelişimi içerisinde bir çok parçada karşımıza çıkmış olan sirk müziği tadındaki pasajların sıklığı giderek azalıyordu ama bahsettiğim bu özellik, Automata'da küçük pasajlar olarak değil de tamamen bu kafayla yazılmış oldukça keyifli şarkılar olan intro tadındaki Glide ve bağlandığı Voice of Trespass ile vücut buluyor. Ancak bir BTBAM klasiği olarak her albümün muhteşem bir epik parçayla sonlanması geleneği, malesef bu albümün kapanış şarkısı olan The Grid ile kesintiye uğramış demek yanlış olmaz. Bilemiyorum, belki de albüm boyunca karşılaştığım güzel parçalar ile bir miktar şımardığımdan The Grid'i oldukça vasat buldum. Buram buram Dream Theater özentiliği kokan, bir çok grup için mükemmel ama BTBAM standartlarında değerlendirildiğinde oldukça vasat olduğunu düşündüğüm bu kapanış ile Automata sonlanıyor. Tam da öldürücü darbeyi vurmaya hazırlandıklarını düşündüğüm anda böyle bir final cidden hayalkırıklığı...

BTBAM, özellikle de son yıllardaki sound'uyla benim için "acaba iyi olacak mı?" sorusundan ziyade "acaba ne kadar iyi olacak?" sorusunu sorduran bir grup haline geldi. Grubu Al Pacino'ya benzetiyorum açıkçası. Aynı parça içerisinde bambaşka sound'lara yelken açsa dahi bunun altından adeta bir bukalemun gibi rahatlıkla kalkabilen, etkilenimlerindeki zenginliği şarkı yazımına kendi seslerini yitirmeden aktarabilen ve her türlü akrobasiyi rahatlıkla icra edebilen gerçek anlamda özel gruplardan biri BTBAM. Yeter ki bu seferki gibi ticari kaygılarla kendi kendilerini sabote etmesinler (ya da edilmelerine izin vermesinler)!

Tavsiye edilen parçalar: Blot, Proverbial Bellow, Voice of Trespass

Puan: 7/10 (bölünmemiş olsaydı 8/10)

9/01/2018

Phideaux - Infernal (2018)


Phideaux Xavier, Hollywood'da dizi yönetmenliğiyle iştigal eden dünyalar tatlısı bir adam. Tabi ki yetenekleri bununla sınırlı değil. Aynı zamanda şarkıcı, besteci ve multienstrümantalist olduğu da düşünüldüğünde yetenek açısından pek sıkıntısı olmayan, elinden her iş gelen ve bu yeteneklerini de özellikle şarkı yazımı alanında zirve noktada kullanan gerçek bir sanatçı.

Özellikle 2007'de çıkardığı Doomsday Afternoon ile progressive rock alanında tüm dikkatleri üzerine çeken, türlü otoritelerce yılın progressive rock sanatçısı ilan edilen Phideaux, sonrasında çıkardığı Number Seven ve Snowtorch albümleriyle arşa kadar çıkarmış olduğu seviyeyi korumayı da başardı inanılmaz şekilde. Ancak 2011'de çıkan Snowtorch sonrası derin bir sessizliğe gömüldü ne yazık ki. Infernal albümü, Great Leap ile başlayan ve Doomsday Afternoon ile devam eden üçlemenin son parçası olacaktı. Facebook'ta 2015'te "çıkmasına çok az kaldı, miksaja geçiyoruz" gibi güncellemelerin ardından Phideaux, Facebook hesabını da hiçbir açıklama yapmadan kapatınca artık albümden ümidi kesmiştim açıkçası. Sonra aniden 2018 baharında tabiri caizse "çotank!" diye Eylül 2018'de albümün çıkacağı haberi duyuruldu, hem de double-cd olarak!



Dinleyicilik kariyerimin en uzun süreli bekleyişlerinden birinin meyvesi hakkında konuşalım biraz da. Korku, big brother temelli distopik üçlemenin son halkasında da müzikal anlamda çok ciddi bir sürpriz yok. Phideaux'nun müziği genel olarak Pink Floyd soundunu temel alarak bunu türlü eklektik progressive yaklaşımlarla süsleyen bir müzik ve buram buram 70'ler kokarken bunu muazzam bir güncellikle başarabilen bir sound. Her ne kadar geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkan We Only Have Eyes For You isimli EP'deki sound genel Phideaux sound'una yakışmayacak kadar tekdüze olmasıyla bir miktar korkutmuş olsa da Infernal neyse ki bildiğimiz, sevdiğimiz Phideaux tınılarıyla dolu bir albüm. Yer yer Doomsday Afternoon'dan aşina olduğumuz melodi ve temaların çeşitli varyasyonlarla geri dönüşleri küçük mutluluklar yaşatıyor insana kesinlikle. Phideaux'nun progressive rock anlayışı yine sıfır enstrümantal akrobasi içeren, enstrüman çalan herkesin eşlik edebileceği basitlikte ama şarkı yazımındaki eklektik, değişkenliğe açık yaklaşımla farkını ortaya koyuyor.

Infernal'ın üç büyük dezavantajla yola çıkmış bir albüm olduğunu söyleyebiliriz. İlki albümün hazırlanış süresi ve dolayısıyla yarattığı beklenti. Tool'un da muzdarip olacağı bu problem, albümü dinlerken "hmmm yedi yıldır bunu mu bekliyordum yani?" diye sordurtmuyor değil. Açık konuşmak gerekirse bu yönden bir hayalkırıklığı yaşamadığımı iddia etmem biraz zor.

Bir diğeri ise tabi ki süresi. İki CD'lik materyal hazırlayıp bunun her saniyesini dinleyiciye cazibe ile sunabilmek sanırım şu ana dek yeryüzünde sadece Pink Floyd'a bahşedilmş bir mucize. Phideaux da bu sıkıntıdan kendine düşen payı alıyor şüphesiz ki. Konseptüel bir çalışmada elbette sözel anlatım, daha doğrusu hikayeyi bir yerden bir yere anlamsal bütünlüğü yitirmeden taşıyabilmek çok önemli ve bu açıdan uzun sürelere ihtiyaç duyulmasını anlayabiliyorum ama pür müzikal bir açıdan yaklaşıldığında Infernal'da albümün neredeyse üçte birlik sürenin filler material ile dolu olduğunu düşünüyorum ve bu bölümlerin olmaması halinde Infernal'ın etki gücünün katlanabileceğini öngörmek çok da zor değil. Bu arada bahsettiğim bu sıkıntı interlude kategorisindeki geçiş parçalarından ibaret değil, normal bir parça yapısındaki eserlerde de hissedilebiliyor. Doomsday Afternoon gibi her anında sizi avucunun içinde sıkı sıkı tutan bir albümle kıyaslandığında beklentilerin altında kalıyor Infernal.

Üçüncü ve en büyük dezavantaj ise üçlemenin son halkası olarak Doomsday Afternoon gibi devasa, bana göre gelmiş geçmiş en iyi progressive rock albümlerinden birinin arkasından geliyor olması ve bir de üstüne üstlük üçlemelerin en vurucu bölümü olması gereken final bölümünü oluşturuyor olması. Ama bir üst paragrafta da belirttiğim gibi Doomsday Afternoon ile kıyaslandığında müzikal anlamda oldukça vasat kalıyor.

Bütün bu bahsettiğim olumsuzlukların temelinde yatan şeyin beklentiler olduğunu anlamışsınızdır umarım. Bütün bunlardan bağımsız olarak bakıldığında Infernal gayet iyi bir progressive rock albümü, özellikle de ikinci yarısıyla. Sadece benim "beklediğim" albüm değil, ama bu kötü bir albüm olduğu anlamına da gelmemeli kesinlikle. Günümüzde kolay kolay böyle albümler bulamayacağımız gerçeği ortadayken şımarıklığın da lüzumu yok bence...

Tavsiye edilen parçalar: From Hydrogen To Love, Tumbleweed, Inquisitor, The Order of Protection

Puan: 7/10 (beklentilerden bağımsız 8,5/10)

Barren Earth - A Complex of Cages (2018)


Özgünlük problemi yaşayan gruplara ısınmak genelde çok kolay olmuyor takdir edersiniz ki, hele bir de öykünülen gruplara haddinden fazla aşinaysanız bu süreç yeri geldiğinde bir azap haline geliyor. Amorpeth de (pardon Barren Earth) ilk iki albümünde all-star kadrosuna rağmen bu sıkıntıyı bana yaşatmıştı açık konuşmak gerekirse.

Ciddi anlamda Opeth ve Amorphis etkilenimleri içeren bu albümlerin ardından On Lonely Towers isimli üçüncü albümlerinde grup vokale katılan Jón Aldará'nın da yer yer brutal, yer yer histrionik denecek düzeyde teatral vokallerinin de katkısıyla yavaş yavaş kendi sesini bulmaya başlamıştı. Ancak mükemmel başlayıp mükemmel bitmesine rağmen albümün tam ortasına yerleşmiş olan albümle aynı isimdeki 12 dakikalık şarkının amaçsızca debelenmesi nedeniyle akıcılığını ve bana göre tüm etkisini yitiren bir albümdü On Lonely Towers.



A Complex of Cages ise işi şansa bırakmayan, daha ilk şarkıda dinleyiciye "özel bir albüm dinlemek üzeresin" dedikten sonra ikinci şarkı olan The Ruby'de dinleyiciyi tamamen teslim alan bir progressive melodik death metal şaheseri ve bana göre daha şimdiden türlerden bağımsız olarak yılın en iyi albümlerinden biri. Moonsorrow, Amorphis, Kreator gibi efsanevi gruplardan elemanları kadrosunda barındıran bir grubun başarıyı yakalamasındaki en kilit faktör ise kanımca zincirin zayıf halkası olmaya en yakın aday olmasına rağmen Jón Aldará. Bana göre günümüz ekstrem metal vokalistleri içerisinde Amorphis vokalisti Tomi Joutsen ile beraber yorum gücü ve ses spektrumu açısından en başarılı isim Aldará ve bu albüme gerek brutal vokallerindeki kudret, gerekse de clean vokalindeki varyasyon sayesinde katkısı oldukça üst düzeyde. Albümdeki enstrümantasyonu incelediğimizde progressive altyapıya rağmen teknik anlamda çok zorlayıcı pasajlarla karşılaşmasak da albümün her saniyesinden buram buram tecrübe fışkırdığını söyleyebilirim rahatlıkla. Bunu V. Santura elinden çıkma nefis bir prodüksiyon ile birleştirdiğimizde gerçek anlamda bir progressive death metal ziyafeti ortaya çıkıyor. Evet, müzik hala bir miktar Amorphis ve Opeth tatları bırakıyor damağımızda ama artık Barren Earth dediğimizde aklıma Amorpeth gelmiyor.


Kıyısından köşesinden ekstrem metalin melodik örneklerine eğilimliyseniz kesinlikle kaçırılmaması gereken bir çalışma A Complex of Cages.

Tavsiye edilen parçalar: The Ruby, Spire, Further Down, Zeal, aslında hepsi

Puan: 9/10