Arama:

12/22/2018

2018 Birinci Geleneksel Altın Ahududu Ödülleri

Gerek ailemize yeni katılan bebişimiz gerekse de taşınma süreci ve işlerimdeki aşırı yoğunluk nedeniyle blogun geçtiğimiz aylarda en hafif tabirle öksüz kalmasından dolayı özür dileyerek başlayayım sözlerime.

Yılın en iyilerininin de en iyilerini saptamaya, sineğin yağını çıkarmaya çalıştığımız ve gören gözler için nice ibretler barındıran şu mübarek günlerde 2018'in Altın Ahududu'larını sizleri fazla sıkmayacak kısa notlarla ve spotify linkleriyle paylaşmaktan daha iyi bir özür düşünemiyorum şu aşamada.

Progressive rock, progressive metal, progressive extreme metal ve technical death metal için hazırladığım listelere geçmeden önce 2018'in bana göre en verimli geçtiği türün tech death olduğunu belirteyim. Her biri belki farklı yılda çıksa o yıla damgasını vurabilecek kalitede çalışmalarla dolu bir technical death metal listesi göreceksiniz. 2018'i tekdet yılı ilan etmekte beis görmüyorum dolayısıyla:

Take that!



Bu kötü şakanın ardından konumuza dönersek, 2018 yılı progressive rock için  oldukça keyifli geçmiş olsa da progressive metal için o kadar parlak bir yıl yaşadığımızı düşünmüyorum malesef. Uzun yıllardır görmediğimiz kadar kifayetsiz; progmetalperver bünyeler için bol acı ve hayalkırıklığı dolu bir yılı geride bırakıyoruz.  Öyle ki buraya yazmaya değecek 10 albüm bile bulmakta oldukça zorlandım.

Genel değerlendirmelerin ardından fazla vakit kaybetmeden listelere geçelim. Listelerin ardından türlerden bağımsız olarak bana göre yılın albümünü de sizlerle paylaşacağım. Kahvenizi hazırlayın, zira uzun bir post sizi bekliyor.

And the altın ahududu goes to...



Progressive Rock:



1- All Traps on Earth - A Drop of Light

Anglagard üyelerinin imza attığı bu muhteşem albümde King Crimson, Magma ve doğal olarak da Anglagard okulunun inanılmaz bir sentezi ortaya konmuş. Çıktığından bu yana her gün en az bir kez dinlememe rağmen hala doyamadığım bir çalışma. Sadece 2018 için değil, tüm zamanların progressive rock klasikleri arasına adını yazdıracağından şüphem yok.

Spotify!


2- Gleb Kolyadin - Gleb Kolyadin

Iamthemorning'in piyanisti muhteşem bir kadroyla yine dimağları açmaya devam ediyor.

Spotify!


3- Perfect Beings - Vier

Uzun zamandır dinlediğim en eklektik, tanımlaması en zor albümlerden biri. Akla olduğu kadar ruha da dokunan harika bir çalışma.

Spotify!


4- The Pineapple Thief - Dissolution

Your Wilderness kadar vurucu olmasa da benzer sound'un geliştirilmeye çalışıldığı başarılı bir eser. Gavin Harrison'ın grubun sound'u üzerindeki olumlu etkisinin giderek arttığı görülüyor. Allah bozmasın...

Spotify!


5- Southern Empire - Civilisation

Debut albümleriyle akılları alan Sean Timms (Unitopia) ve ekibi ikinci albümde de beklentileri boşa çıkarmıyor.

Spotify!


6- Piniol - Bran Coucou

Poil ve Ni isimli RIO gruplarından elemanların yan projelerinde ortaya koydukları harika bir modern RIO/ avant-prog albümü

Spotify!


7- Riverside - Wasteland

Grudzien'in zamansız ölümü sonrası böylesi bir travma ve boşluk ile nasıl başa çıkılabilir bilemiyorum. Yazması kadar dinlemesi de zor bir albüm, zira benim için Riverside özel bir grup. Grubun standardının biraz da olsa altında bir albüm bence Wasteland. Ama bu haliyle bile yıl sonu listelerine girebilen müthiş bir grubun geçiş albümü demek yanlış olmayacaktır bu albüm için. Bir sonraki albümü merakla bekliyorum.

Spotify!


8- Far Corner - Risk

Univers Zero, Present gibi RIO gruplarını seviyorsanız kaçırmamanız gereken bir retro albüm.

Bandcamp!


9- Galahad - Seas of Change

Grubun kısmen Empires Never Last sound'una döndüğü ve 42 dakikalık tek parçadan oluşan nefis bir prog-behemoth!

Bandcamp!


10- Dewa Budjana - Mahandini

Endonezya'dan bir fusion gitaristi çıkıyor, yıllardır Peter Erskine, Antonio Sanchez, Ben Williams, Vinnie Colaiuta, Gary Husband, Jack DeJohnette, Tony Levin, Guthrie Govan gibi dev isimlerle albümler çıkarıp duruyor ve hepsi ateş gibi yanıyor bence. Bu yılki albümde üstad, davulu Minnemann'a emanet ederek yer yer etnik ögeler de içeren cayır cayır prog/fusion yapmaya devam etmiş. Kaçırmayın derim.

Spotify!


King Crimson - Meltdown: Live in Mexico için de live albüm olmasından dolayı listeye giremediğinden kendisi için bir mansiyon ödülümüz mevcut. İcra, şarkı seçimi ve prodüksiyon açısından hayatım boyunca dinlediğim en muhteşem konser kaydı olabilir, ciddiyim.

Spotify!


Yılın hayalkırıklığı: Evet, Phideaux Xavier, sana bakıyorum.




Progressive Metal:

1- 2018'de bu payeyi hakedecek, aklımı başımdan alan bir albüm çıktığını düşünmediğimden buralar hep dutluk! Ahududu filan yok dolayısıyla.


2- Voivod - The Wake

... desem de VOIVOD ULAN! Progressive Thrash Metal olarak nitelenebilecek anlar oldukça sık karşımıza çıktığından bir numarada yer bulamadı malesef.

Spotify!


3- Redemption - Long Night's Journey into Day

Kanımca Snowfall On Judgment Day'den bu yana en iyi albümleri... Ray Alder en sevdiğim vokalist olabilir. Ayrılıp yerine Tom Englund'un gelmesi büyük olay muhakkak ama Englund şarkıları ses rengi ve yorumdan seçilen vokal melodilerine kadar bir çok açıdan ciddi anlamda Alder'ı andıran bir üslupla söylemiş, dolayısıyla herhangi bir sürpriz yok. Vokalist değişimin etkilerini bir sonraki albümde göreceğiz bence. Ayrıca belirtmeliyim ki Chris Quirarte davuldaki performansı nedeniyle ayrı bir parantezi hak ediyor.

Spotify!


4- Howling Sycamore - Howling Sycamore

Çılgın kadrodan kalıpların oldukça dışında bir albüm. Ruh ve icra yönünden üst düzey performanslar söz konusu. Çoğu iyi prog metal albümü gibi bu albüm de ilk dinleyişte yavan bir tat bıraksa da üzerinde harcanan zaman  ve verilen emek arttıkça alınan keyfin katlanarak arttığı bir albüm.

Spotify!


5- Michael Romeo - War of the Worlds, Pt.1

Symphony X'in ara verdiği dönemde grubun beyninin elinden bir Symphony X albümüne en fazla benzeyebilecek albüm çıkmış işte, başımızın üstünde yeri var. Üstelik Romeo Reyiz fişek gibi bir genç vokalist keşfetmiş: Rick Castellano!

Spotify!


6- Seventh Wonder - Tiara

Euro-pop/prog metalin başarılı bir bileşimi. Maceracı olmayan ama ilgiyi ayakta tutmayı başarabilen SW soundu onca yılın ardından kaldığı yerden devam ettirilmiş. Bu albümle birlikte bereketli bir yılda listeye girme olasılığı düşük albümlere geçtiğimizi de hatırlatmayı bir borç bilirim.

Spotify!


7- Kingcrow - The Persistence

Eidos o kadar iyiydi ki 1 numaraya yazacağım albümün bu olacağını düşünüyordum albüm haberini aldığımda ama heyhat. Üzdü ama neyse ki utandırmadı. Bana Eidos'un akılda kalıcılık faktörünü önemli ölçüde kaybetmiş, adeta b-side'larının toplaması bir albümmüş havası verdi The Persistence, ama dediğim gibi, Eidos o kadar iyiydi ki b-side'ları bile gayet başarılı çoğu grubun işlerine kıyasla.

Spotify!


8- Angra - Omni

Power metal grubu olsa da progressive metalle de sık sık flörtleşen bir grup Angra. Eli yüzü düzgün power-prog dinlemek isteyenler çekinmeden bir şans verebilir. Evet, Fabio Lione ingilizcesine katlanabiliyorsanız tabi...

Spotify!


9- Haken - Vector

Ben The Mountain'da takılı kaldım. Onun kadar iyisini yapmaları zor, hele djent ile bu kadar flörtleşirken daha da zor ama yine de üstün yetenekleri ve biraz da prog metal kıtlığının yardımları sayesinde listede yer bulabildi Haken.

Spotify!


10- Boss Keloid - Melted on the Inch

Progressive Sludge kafalarda bu yıl daha iyi bir şey dinlemedim. Ciddi anlamda yetkin bir vokalistin döktürdüğü ve akılda kalıcı melodilerle dolu oldukça dikkat çekici bir albüm.

Spotify!




Brutal vokale allerjisi olan okuyucular için veda zamanı, zira bundan sonra okuyacaklarınız türlü pisliklerin, aşırılıkların ve fitneciliğin hüküm sürdüğü, salon erkeği kimliğimi bir kenara bırakmamı gerektirecek bağırmalı/böğürmeli/ciyaklamalı metal içeren çalışmalar olacak.




Progressive Extreme Metal:




1- Eneferens - The Bleakness of Our Constant

Tek kişinin elinden çıkmış bu albümde eski Anathema'yı, tavır olarak Morningrise'vari hareketleri, clean gitarda Opeth'in orta dönemlerine selam çakan pasajları ve aşırıya kaçmayan bir progressive black/doom metal sentezini bulacaksınız. Ama hepsinden önemlisi hüzün bulacaksınız. Haddinden fazla hüzün hem de... Biz gençliğimizde Anathema, Paradise Lost ve My Dying Bride ile "o hatun beni neden terketti" temalı doom metali tanıdık, sevdik. Doom metal şimdiki gibi Sabbath'a öykünen Stoner kafasındaki gruplarının tekelinde değildi. Uzun zamandır şöyle bilek jiletleme ihtiyacı yaratan okkalı bir albüm dinlememiştim, dolayısıyla bu albümü ilk sıraya koymuş olmam son derece subjektif ve nostaljik bir seçim. Tercihlerinizin bu yönde olmamasını daha olası bularak iki adet bir numara belirlemeyi uygun buldum.

Spotify!




1- Barren Earth - A Complex of Cages

İncelemede belirttiğim gibi grubun artık yavaş yavaş Amorphis ve Opeth gölgesinden kurtulmaya başladığı, nefis bir progressive death/doom sentezi. Jon Aldara kardeşimizin hem clean hem de brutal vokalde adeta gövde gösterisi yaptığını da belirtmekte fayda var.

Spotify!


3- Between the Buried and Me - Automata I&II

Tek parça olarak çıkmış olsaydı kesin 1 numaraydı ama nasip değilmiş, ne diyelim. BTBAM söz konusu olduğunda "iyi mi acaba?" sorusu yerini "ne kadar iyi acaba?" sorusuna bırakıyor bana göre ve bu sorunun cevabı: Harika!

Spotify: Automata I   Automata II


4- The Ocean - Phanerozoic I: Palaeozoic

Progressive extreme metal ve sludge mevzuların sentezini arıyorsanız doğru adrestesiniz. Pelagial ile alınmadık akıl bırakmamışlardı, son albümleriyle de sübhanallah ibretlik bir paylaşıma imza atmış Robin Staps ve ekibi.

Spotify!


5- Amorphis - Queen of Time

Amorphis, Tomi Joutsen sonrasında çıkardığı her çalışmayla 10 üzerinden en azından 7 puanı kapabilecek bir grup. Ancak bu durum göründüğü kadar da harika bir durum değil, zira yaptığınız işler ne kadar iyi olursa olsun o kadar da dikkat çekici olmayabiliyor kendinizi çok tekrarlamasanız dahi. Ama Queen of Time bana göre Skyforger'dan bu yana en iyi Amorphis albümü ve bu listede olmayı sonuna kadar hakeden derinlikte ve güzellikte bir albüm.

Spotify!


6- Chapel of Disease - ...And as We Have Seen the Storm, We Have Embraced

80'lerin heavy metal enstrümantasyonu üzerine ekstrem vokal eklemek pek tabi ki taze ve orijinal bir fikir değil ama bu kadar iyi uygulandığı örneğe çok denk gelmedim. Son dönemde Tribulation bu mevzuları biraz daha mainstream'e göz kırparak yapıyor ama CoD'in bileklerini kessek akacak kan eminim ki daha bir metalik, daha bir bıçkın olacaktır. Vokallerin her an meyhaneden çıkıp kavgaya karışmaya meyilli ayyaş Remzi Abi* tadında olmasına alışmak biraz zor ama, önceden uyarayım

Spotify!

*Pestilence vokalisti Patrick Mameli tarzı demek sanki biraz daha açıklayıcı olacak :)


7- Usurpress - Interregnum

İlk şarkısıyla bir prog rock albümü mü dinliyoruz acaba dedirtse de ikinci şarkıdan itibaren yeri geldiğinde bodoslama çirkinliğini, yeri geldiğinde de deneyselliğini cömertçe sergilemekten çekinmeyen başarılı bir progressive death metal albümü Interregnum. Türe ilginiz varsa bence kaçırmamalısınız!

Spotify!


8- Ihsahn - Amr

Das Seelenbrechen ile şaşırtan, Arktis ile özüne dönen İhsan Abi bu albümüyle de şaşırtıp müziğindeki fazla kiloları üzerinden atarken deneysel kalmayı başarabilmesiyle her zaman olduğu gibi yine yıl sonu listelerinde yer buluyor. Bir After değil elbette ama zaten bir After olsa yerinizde duramazsınız!

Spotify!


9- Black Peaks - All That Divides

Geçmişinde türlü -core mevzular söz konusu olan grupların isimlerinin önünde otomatik olarak "!" işareti oluşuyor gözümde. Black Peaks de böyle bir grup. All That Divides ise müziklerindeki ünlemlerin giderek azaldığı, progressive metal içeriğinin ise oldukça sağlam miktarda arttığı bir albüm. Piyasaya göz kırpan harika vokal melodileri de cabası...

Spotify!


10- Orphaned Land - Unsung Prophets and Dead Messiahs

Mabool ve OrWarrior ile son derece fantastik işlere imza attıktan sonra Yossi Sassi'nin ayrılışı ve ardından gelen All Is One garabetiyle üzen, Amasaffer ile ortak yaptıkları K'naan ile de iyice sıvama noktasına gelen grubun özüne dönüşünü müjdeleyen oldukça başarılı bir çalışma. Bir Mabool değil elbette ama şu noktada eminim ki kimse böyle bir şey beklemiyordur.

Spotify!



Technical Death Metal:

Bu listede ise herhangi bir sıralama göremeyeceksiniz, zira hepsi birbirinden iyi, öz evladım kadar sevdiğim nadide eserler olacak. Numaralamaya inanmıyorum ama yukarıdan aşağıya doğru bir sıralama da var gibi sanki, bilemedim :) Yine de şu listeden herhangi bir albümü alıp tepeye koysanız itiraz etmem, öyle bir yıldı 2018.


Alkaloid - Liquid Anatomy

Tech death dünyasının all-star kadrosundan vasat bir iş beklemiyordum tabii ki. The Malkuth Grimoire'ı dinlerken "beste yönünden biraz daha odaklanabilseler keşke" demiştim. Beni duymuş olacaklar ki bana göre olumsuz olan tek yönlerini de törpüleyerek harika bir işe imza atmışlar. Teknik death metal/progressive death metal terazisinde prog tarafına doğru bir kayma mevcut ve bunun neticesinde aynı şarkı içerisinde Morbid Angel ve Rush etkilenimlerini duymanız gayet olası.

Spotify!


Slugdge - Esoteric Malacology

İngiltere'den iki genç sülükler ve sadece sülüklerden bahseden bir tech death albümü yapıp birçoklarınca yılın albümüne imza atıyorsa bu dünyanın çivisi çıkmıştır arkadaş! Hayır sülük kısmından bahsetmiyorum, böylesi kompleks bir musikinin sadece iki insan tarafından bestelenmiş ve icra edilmiş olması bana göre hayra alamet değil.

Spotify!


Horrendous - Idol

Horrendous'tan kısacık süresi içerisinde her saniyeyi çok başarılı bir şekilde kullanan, bilinen tech death kalıplarının dışında işleyen bir vizyonla ortaya konmuş çok başarılı bir albüm daha. Vokallerde yine Remzi Abi ya da arkadaşlarından birinin olması benim için tek olumsuz yönü.

Spotify!


Obscura - Diluvium

Akroasis gibi bence o döneme kadar yaptıkları en iyi albüme imza atan veteran bir grup, perdesiz elektrik gitarda Tom Geldschlaeger gibi harika bir gitaristi kaybettikten sonra ne yapabilirdi? "Tabi ki kimsenin adını sanını duymadığı gencecik bir çocuğu bulup onu vitrine koymalıydı" diyen çok kişi olmayacaktır. Stefan Kummerer nereden, nasıl buldu bilemiyorum ama Rafael Trujillo adında 24 yaşında bir gitaristle Akroasis seviyesine çok yakın bir seviye yakalayabilmiş. Basçı Linus Klausenitzer ve Panzerballett'ten de takibimde olan davulcu Sebastian Lanser'in de hakkını yememek lazım. Grubun TDM'den progressive death metal'e doğru yolculuğu devam ediyor. Respect!

Spotify!


Rivers of Nihil - Where Owls Know My Name

Grup ve albüm ismi buram buram ormanlı black/pagan metal koksa da taş gibi tech/prog death metal icra edilmiş. Gitar işçiliğini pek tutmasam da bestelerdeki kalite çok rahat hissediliyor ve albümü kolaylıkla üst seviyeye taşıyor. Dolayısıyla bu albüm de tech/prog terazisinin prog kısmının ağır bastığı bir çalışma diyebiliriz.

Spotify!


Monstrosity - The Passage of Existence

"Death metal nedir, nasıl yazılmalı ve icra edilmelidir?" gibi soruların yanıtlanıp cümle içerisinde kullanıldığı çok çok başarılı bir albüm. Belki bu kategorideki diğer albümler kadar maceracı değil, hatta tam manasıyla teknik death metal de değil ama sık sık teknik kapasitenin sınırlarını zorlayan pasajlarla karşılaşacağınızı garanti edebilirim.

Spotify


Psycroptic - As the Kingdom Drowns

Kariyerine hızlı başlayıp uzunca bir süredir yerinde sayan hatta geriye giden bir grubun 2018 gibi görkemli bir tekdet yılında bana göre kariyerinin en iyi işini çıkarmış olması sanırım Odin Efendi'nin bir oyunu olsa gerek. Thrash'e göz kırpan, tırmalayan, hırpalayan, afallatan ve melodileriyle akıl alan bir gitar işçiliği harika davul partisyonlarıyla birleşince kendinizi kafa sallarken bulmanız işten bile değil. Özellikle ilk yarısı tarihe geçecek bir gövde gösterisi olan bu albümü türe meraklıysanız kaçırmamalısınız.

Spotify!


Beyond Creation - Algorythm

Dominic Lapointe'nin ayrılmasının ardından ilk albümleri ciddi merak konusuydu. Meşhur terazinin prog tarafına doğru kaydıkları bir gerçek ve bu yüzden bir miktar eleştiri almış olsalar da bana ve bir çok progsevere göre harika bir gelişme bu. Bestelerdeki melodik altyapıya geçmişe nazaran daha çok önem verilmesiyle dinlemesi daha kolay ama teknik detayları da es geçmeyen harika bir albüm ortaya çıkmış.

Spotify!


Sulphur Aeon - The Scythe of Cosmic Chaos

Yılın son günlerinde albüm çıkarmak kötü bir şey, zira bir çok müzik yazarı yıl sonu listelerini tamamlamış oluyor ve yaratımınız bir başyapıt olsa dahi bu listelerde yer bulamıyor. Şanslıysanız insaflı müzik yazarları size hak ettiğiniz değeri vermek için listelerini baştan aşağı yeniden şekillendirmek zorunda kalıyor. Sulphur Aeon bu ekstra çabanın hakkını sonuna kadar veren nefis bir death metal albümüne imza atmış. Aslında teknik death metal'den ziyade blackened death metal yönü biraz daha ağır basan ama yeri geldiğinde melodik, yeri geldiğinde agresif, boğucu, ezici ve deneyselliği de ihmal etmeyen bir çalışma. Türe meraklıysanız mutlaka şans vermelisinizç

Spotify!


Augury - Illusive Golden Age

Bir Fragmentary Evidence değil bana göre ama bunca yıllık aranın ardından şikayet etmek çok uygun olmaz. Yine piyasadaki bir çok grubun hayal dahi edemeyeceği seviyede bir kalite mevcut. Dominic Lapointe faktörünü de unutmamak gerek tabi ki.

Spotify!



Mansiyon ödülü: Serocs - The Phobos/Deimos Suite

Esas olarak Antonio Freyre'nin projesi olan bir grup ama ancak yetenek şelalesi Phil Tougas'nın dahil olmasının ardından dikkatimi çeken bir grup Serocs. Teknik Death Metal'in kirli yönünü sevenler için ideal. Barındırdığı karambol ortam yerine dinleyicinin tutunabileceği bir iki motif sunabilse yılın albümü bile olabilirdi gözümde ama işte that's not how technical death metal works gibi bir tepki almam gayet olası olduğundan susuyorum.

Spotify!


Rookie of the Year: Aepoch - Awakening Inception

Tech Death'in icra kısmı halledilmiş olsa da bir miktar tecrübe sosu eklendiğinde arkadaşlar için gelecek oldukça parlak gözüküyor kanımca.

Spotify!



Yılın teknik hayalkırıklığı: Gorod - Aethra

AMoRC isimli bir önceki albümlerinde progressive metal etkilenimlerinin iyice belirginleşmesi ile beni en çok heyecanlandıran gruplardan biri haline gelmişti Gorod. Bu albüm her ne kadar bir çok yazar tarafından aşırı beğenilmiş olsa da bana göre Gojira ve Mastodon etkilenimlerinin ön plana çıktığı, deneysellik dozunun ve daha önceki albümlerde akılları alan jazz/fusion'a selam çakan pasajların sayısının aşırı derecede azaltıldığı en hafif tabirle yavan bir deneyim. Kötü değil muhakkak ama Gorod gibi maceracı bir kurum için sığ sularda yüzen bir albüm bana göre...

Spotify!



Yılın Mindfuck Albümü: Imperial Triumphant - Vile Luxury

Bu gruptan haberdar olmam son dönemde metalik hadiselere merak salmış olan jazz üstadı John Zorn'un projelerinde baget sallayan Kenny Grohowski'nin bu grupta çalması sayesinde vuku buldu. Kağıt üzerinde ara ara nefeslilerin de işin içine girip müziğin bildiğiniz free-jazz'a yelken açması gibi sevmem için yeterli olan bir çok ögeye sahip olsa da bir türlü ısınamadığım, daha doğrusu ısınmak için gerekli enerjiyi harcayamadığım bir albüm. Ama yapılmaya çalışılan şeyi anlayabiliyorum ve bunu çok başarılı bir şekilde yapabildikleri de ortada. Uygun bir ruh haline girebilirseniz size hiç yaşamadığınız karanlık zevkleri ve türlü şizoid hadiseleri yaşatması olası.

Spotify!




Yılın Albümü:

Ve sıra türlerden bağımsız olarak yılın albümünde! Seçtiğim albümü bu derleme içerisindeki hiç bir türe ait olmaması nedeniyle ayrı bir paragrafta sizlerle paylaşmak istiyorum.

Artık "açmayın, dedeler" kategorisinde konumlandırabileceğimiz bir grubun belki artık müzik literatürüne yeni hiç bir şey katmasalar da en iyi yaptıkları işi 1990'dan bu yana hiç olmadığı kadar tutkulu ve akılda kalıcı bir şekilde ortaya koydukları, adeta "ateş eden" bu son albümü karşısında saygıyla eğiliyorum. Evet, bebeler kenara, dedeler sahneye! Bazılarınız hangi albümden bahsettiğimi anladı eminim ki:










FIREPOWER!



Deneysel müzik blogunda Priest'in ne işi var diyorsunuz muhtemelen ama her ne kadar progperver olsam da içimdeki metalcinin halen ölmüş olduğu söylenemez. 70 yaşına merdiven dayamış üyelerle, grubun esas oğlanı Glenn Tipton'ın parkinson ile boğuştuğu bir ortamda Judas Priest'in hala her yaşa ve sert müziğe aşina her zevke hitap edebilen bir grup olması bana göre inanılmaz. Öyle pek de metalci sayılamayacak eşim, çekirdekten yetiştirdiğim ve sağlam bir başlangıç yapmasına rağmen okul servisinde Radyo Fenomen tarafından sabote edilen 9 yaşındaki oğlum bile hastası oldu Firepower'ın. Hatta oğlum o kadar sevdi ki arabada birkaç ay Firepower dışında müzik dinlettirmedi bize. Tabi ki bütün bunlar JP'in muhteşem besteleri, tutku dolu icrası ve albümdeki harika prodüksiyon olmasa mümkün olmayacaktı. Bu ahval ve şerait içerisinde bana Judas Priest'in önünde saygıyla eğilmekten başka yapacak pek bir şey kalmıyor.












Dipnot:

Madem yılın albümünde progressive'lik, deneysellik, teknik meknik olaylarla hiç alakası olmayan bir albüm seçtim, o zaman dümdüz bir blackened death metal güzelliğini de sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim:

1914 - The Blind Leading The Blind

Ukraynalı bu grup ekstrem metal için olabilecek en makul konulardan birini, Birinci Dünya Savaşı'nı anlatan şarkılarıyla Bolt Thrower'ın death metalini özleyenlere biraz black metal sosu da ekleyerek hayvanlar gibi iyi bir albüm sunuyor. Yılın en dikkat çekici ekstrem metal örneklerinden biri.

Spotify!

9/02/2018

Between The Buried And Me - Automata (2018)


Yıllar önce Between The Buried And Me (BTBAM), Alaska albümlerini piyasaya sürüp genç ve gelecek vadeden bir grup olarak ufak ufak progressive metalcore piyasasında adından söz ettirmeye başladığında kendileriyle ilgili çok güzel ve yerinde bir tespit mevcuttu: "BTBAM albümlerini dinlemek çok güzel ve seksi bir hatunla sevişmek gibi. Ancak hatun sürekli pozisyon değiştirdiği için bu sevişmeden zevk almak çok zor." 

Gerçekten de grubun deneysellik ve oyunun kurallarını yeniden yazmaya yönelik iştahı dinleyici açısından süreci oldukça zorlaştırıyordu. Progressive müzik içerisinde bu eleştiri tabi ki ilk bakışta yersiz gibi gözükse de müziklerinin derinlerine indiğinizde grubun kendi sesini aradığı o yıllarda şarkı yazmayı çok da iyi bilmediğini düşünüyorum. Bu eleştiri, geçen yıllar içerisinde grubun kazandığı tecrübe ve ortaya koyduğu her çalışmada bir öncekinin üzerine çıktığı gözlemi de düşünüldüğünde bence oldukça yerinde bir tespit. Bu süreç içerisinde ana türün metalcore'dan progressive metal'e evrilmesinin ve brutal vokallerin sıklığının da giderek azalıyor olmasının benim gibi fani progressive rock/metal dinleyicilerin BTBAM'a ısınması açısından işleri oldukça kolaylaştıran bir faktör olduğunu da belirtmekte fayda var.

Önce neredeyse herkesin bir başyapıt olduğu konusunda hemfikir olduğu Colors ve sonrasında gelen The Great Misdirect albümlerine baktığımızda şarkıların giderek daha net kimlikler kazanması, her parçada dinleyicinin kendini parçaya ait hissetmesini sağlayan ana temaların giderek belirginleşmesi ile şarkı yazımındaki zayıf yönünü de törpüleyen BTBAM için yapılabileceklerin sınırı kalmamıştı ve The Parallax II: Future Sequence albümüyle grup, kendileri açısından aşılması oldukça zor bir çalışmaya imza atarak birçok eleştirmenin 2012 yılının en iyi albümleri listelerinde zirveyi kapmıştı. Ardından gelen Coma Ecliptic ile deneysellik ve sertlik dozu bir tık aşağıya çekilerek dinlemesi kısmen daha kolay ama deneysellikten de ödün vermeyen gayet başarılı bir albüm ile kulakları şenlendirdiler. Dream Theater elemanlarının dinlerken büyük keyif aldıklarını söyledikleri ve kendi müziklerinde de bu etkilenimleri yansıttıkları bir grubun giderek Dream Theater'a benzemeye başlaması da gözlerden kaçmayan paradoksal bir durum olarak kayıtlara geçti tabi ki.


2018'e geldiğimizde ise önce grubun Sumerian Records ile anlaştığı ve bu yıl içerisinde iki ayrı albüm çıkaracağı haberi geldi. Kafalarda oluşan soru işaretleri, konseptin ilk albümü Automata I'in piyasaya çıkması ile yerini ciddi anlamda isyana bıraktı, zira Automata I, albüm akışının ciddi bir tırmanış içerisinde olduğu Blot ile pat diye sonlanırken albümden alınabilecek keyfi de minimalize ediyordu. Bunu farkettiğim anda albümü dinlemeyi bıraktım ve Automata II'yi beklemeye başladım. Automata II ortamlara salındığında ise bu kararımın ne kadar doğru olduğunu görmek çok zor olmadı. Albümün açılış şarkısı Proverbial Bellow muhteşemdi muhteşem olmasına ama şarkının başlangıcında herhangi bir intro dahi olmadan bodoslama şekilde olaya girmesi, Automata'nın artistik bir vizyon gereği değil de tamamen plak firmasının (ya da grubun, bilemiyorum) açgözlülüğü nedeniyle tam ortadan karpuz gibi ikiye bölünerek suni bir parçalanma yaşadığını gözler önüne seriyordu. Bu yüzden bu incelemeyi yazarken iki albümü tek bir albümmüşçesine, sadece Automata adı altında incelemeyi uygun görüyorum.



Automata'yı tek bir cümle ile özetleyecek olsam The Great Misdirect'teki soundun Coma Ecliptic dönemindeki yaklaşımla yeniden yorumlanmış hali derdim sanırım. Coma Ecliptic'e göre daha sert bir sound var ortada ama melodik yapının korunmuş olması sevindirici. Condemned to the Gallows ile oldukça sert bir başlangıcın ardından House Organ ve Yellow Eyes ile alışılagelen son dönem BTBAM tarzının güzide örnekleri olarak dikkat çekiyor. Millions ile dinleyiciye başlangıçta soluk aldıracak gibi olsa da parçanın ortalarında gerginliğin ziyadesiyle damardan verildiği bir parçaya dönüşüyor. Sonrasında gelen intro hüviyetindeki Gold Distance ve bağlandığı Blot ile albüm zirvesini yapıyor bana göre. Blot, bana göre günümüz BTBAM sound'unu barındırdığı değişken atmosfer, sert ve yumuşak pasajlar arasındaki geçişlerin kusursuzluğu ve tabi ki icradaki kalite ile çok iyi özetliyor. Sonrasında gelen Proverbial Bellow da nefes almanıza olanak tanımadan bu kaliteyi kısmen daha yumuşak bir sound, muhteşem melodiler ve akıllara kazınan bir nakarat ile sürdürüyor, hatta belki de bir tık yukarı bile taşıyabiliyor. Bu albüme kadar grubun gelişimi içerisinde bir çok parçada karşımıza çıkmış olan sirk müziği tadındaki pasajların sıklığı giderek azalıyordu ama bahsettiğim bu özellik, Automata'da küçük pasajlar olarak değil de tamamen bu kafayla yazılmış oldukça keyifli şarkılar olan intro tadındaki Glide ve bağlandığı Voice of Trespass ile vücut buluyor. Ancak bir BTBAM klasiği olarak her albümün muhteşem bir epik parçayla sonlanması geleneği, malesef bu albümün kapanış şarkısı olan The Grid ile kesintiye uğramış demek yanlış olmaz. Bilemiyorum, belki de albüm boyunca karşılaştığım güzel parçalar ile bir miktar şımardığımdan The Grid'i oldukça vasat buldum. Buram buram Dream Theater özentiliği kokan, bir çok grup için mükemmel ama BTBAM standartlarında değerlendirildiğinde oldukça vasat olduğunu düşündüğüm bu kapanış ile Automata sonlanıyor. Tam da öldürücü darbeyi vurmaya hazırlandıklarını düşündüğüm anda böyle bir final cidden hayalkırıklığı...

BTBAM, özellikle de son yıllardaki sound'uyla benim için "acaba iyi olacak mı?" sorusundan ziyade "acaba ne kadar iyi olacak?" sorusunu sorduran bir grup haline geldi. Grubu Al Pacino'ya benzetiyorum açıkçası. Aynı parça içerisinde bambaşka sound'lara yelken açsa dahi bunun altından adeta bir bukalemun gibi rahatlıkla kalkabilen, etkilenimlerindeki zenginliği şarkı yazımına kendi seslerini yitirmeden aktarabilen ve her türlü akrobasiyi rahatlıkla icra edebilen gerçek anlamda özel gruplardan biri BTBAM. Yeter ki bu seferki gibi ticari kaygılarla kendi kendilerini sabote etmesinler (ya da edilmelerine izin vermesinler)!

Tavsiye edilen parçalar: Blot, Proverbial Bellow, Voice of Trespass

Puan: 7/10 (bölünmemiş olsaydı 8/10)

9/01/2018

Phideaux - Infernal (2018)


Phideaux Xavier, Hollywood'da dizi yönetmenliğiyle iştigal eden dünyalar tatlısı bir adam. Tabi ki yetenekleri bununla sınırlı değil. Aynı zamanda şarkıcı, besteci ve multienstrümantalist olduğu da düşünüldüğünde yetenek açısından pek sıkıntısı olmayan, elinden her iş gelen ve bu yeteneklerini de özellikle şarkı yazımı alanında zirve noktada kullanan gerçek bir sanatçı.

Özellikle 2007'de çıkardığı Doomsday Afternoon ile progressive rock alanında tüm dikkatleri üzerine çeken, türlü otoritelerce yılın progressive rock sanatçısı ilan edilen Phideaux, sonrasında çıkardığı Number Seven ve Snowtorch albümleriyle arşa kadar çıkarmış olduğu seviyeyi korumayı da başardı inanılmaz şekilde. Ancak 2011'de çıkan Snowtorch sonrası derin bir sessizliğe gömüldü ne yazık ki. Infernal albümü, Great Leap ile başlayan ve Doomsday Afternoon ile devam eden üçlemenin son parçası olacaktı. Facebook'ta 2015'te "çıkmasına çok az kaldı, miksaja geçiyoruz" gibi güncellemelerin ardından Phideaux, Facebook hesabını da hiçbir açıklama yapmadan kapatınca artık albümden ümidi kesmiştim açıkçası. Sonra aniden 2018 baharında tabiri caizse "çotank!" diye Eylül 2018'de albümün çıkacağı haberi duyuruldu, hem de double-cd olarak!



Dinleyicilik kariyerimin en uzun süreli bekleyişlerinden birinin meyvesi hakkında konuşalım biraz da. Korku, big brother temelli distopik üçlemenin son halkasında da müzikal anlamda çok ciddi bir sürpriz yok. Phideaux'nun müziği genel olarak Pink Floyd soundunu temel alarak bunu türlü eklektik progressive yaklaşımlarla süsleyen bir müzik ve buram buram 70'ler kokarken bunu muazzam bir güncellikle başarabilen bir sound. Her ne kadar geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkan We Only Have Eyes For You isimli EP'deki sound genel Phideaux sound'una yakışmayacak kadar tekdüze olmasıyla bir miktar korkutmuş olsa da Infernal neyse ki bildiğimiz, sevdiğimiz Phideaux tınılarıyla dolu bir albüm. Yer yer Doomsday Afternoon'dan aşina olduğumuz melodi ve temaların çeşitli varyasyonlarla geri dönüşleri küçük mutluluklar yaşatıyor insana kesinlikle. Phideaux'nun progressive rock anlayışı yine sıfır enstrümantal akrobasi içeren, enstrüman çalan herkesin eşlik edebileceği basitlikte ama şarkı yazımındaki eklektik, değişkenliğe açık yaklaşımla farkını ortaya koyuyor.

Infernal'ın üç büyük dezavantajla yola çıkmış bir albüm olduğunu söyleyebiliriz. İlki albümün hazırlanış süresi ve dolayısıyla yarattığı beklenti. Tool'un da muzdarip olacağı bu problem, albümü dinlerken "hmmm yedi yıldır bunu mu bekliyordum yani?" diye sordurtmuyor değil. Açık konuşmak gerekirse bu yönden bir hayalkırıklığı yaşamadığımı iddia etmem biraz zor.

Bir diğeri ise tabi ki süresi. İki CD'lik materyal hazırlayıp bunun her saniyesini dinleyiciye cazibe ile sunabilmek sanırım şu ana dek yeryüzünde sadece Pink Floyd'a bahşedilmş bir mucize. Phideaux da bu sıkıntıdan kendine düşen payı alıyor şüphesiz ki. Konseptüel bir çalışmada elbette sözel anlatım, daha doğrusu hikayeyi bir yerden bir yere anlamsal bütünlüğü yitirmeden taşıyabilmek çok önemli ve bu açıdan uzun sürelere ihtiyaç duyulmasını anlayabiliyorum ama pür müzikal bir açıdan yaklaşıldığında Infernal'da albümün neredeyse üçte birlik sürenin filler material ile dolu olduğunu düşünüyorum ve bu bölümlerin olmaması halinde Infernal'ın etki gücünün katlanabileceğini öngörmek çok da zor değil. Bu arada bahsettiğim bu sıkıntı interlude kategorisindeki geçiş parçalarından ibaret değil, normal bir parça yapısındaki eserlerde de hissedilebiliyor. Doomsday Afternoon gibi her anında sizi avucunun içinde sıkı sıkı tutan bir albümle kıyaslandığında beklentilerin altında kalıyor Infernal.

Üçüncü ve en büyük dezavantaj ise üçlemenin son halkası olarak Doomsday Afternoon gibi devasa, bana göre gelmiş geçmiş en iyi progressive rock albümlerinden birinin arkasından geliyor olması ve bir de üstüne üstlük üçlemelerin en vurucu bölümü olması gereken final bölümünü oluşturuyor olması. Ama bir üst paragrafta da belirttiğim gibi Doomsday Afternoon ile kıyaslandığında müzikal anlamda oldukça vasat kalıyor.

Bütün bu bahsettiğim olumsuzlukların temelinde yatan şeyin beklentiler olduğunu anlamışsınızdır umarım. Bütün bunlardan bağımsız olarak bakıldığında Infernal gayet iyi bir progressive rock albümü, özellikle de ikinci yarısıyla. Sadece benim "beklediğim" albüm değil, ama bu kötü bir albüm olduğu anlamına da gelmemeli kesinlikle. Günümüzde kolay kolay böyle albümler bulamayacağımız gerçeği ortadayken şımarıklığın da lüzumu yok bence...

Tavsiye edilen parçalar: From Hydrogen To Love, Tumbleweed, Inquisitor, The Order of Protection

Puan: 7/10 (beklentilerden bağımsız 8,5/10)

Barren Earth - A Complex of Cages (2018)


Özgünlük problemi yaşayan gruplara ısınmak genelde çok kolay olmuyor takdir edersiniz ki, hele bir de öykünülen gruplara haddinden fazla aşinaysanız bu süreç yeri geldiğinde bir azap haline geliyor. Amorpeth de (pardon Barren Earth) ilk iki albümünde all-star kadrosuna rağmen bu sıkıntıyı bana yaşatmıştı açık konuşmak gerekirse.

Ciddi anlamda Opeth ve Amorphis etkilenimleri içeren bu albümlerin ardından On Lonely Towers isimli üçüncü albümlerinde grup vokale katılan Jón Aldará'nın da yer yer brutal, yer yer histrionik denecek düzeyde teatral vokallerinin de katkısıyla yavaş yavaş kendi sesini bulmaya başlamıştı. Ancak mükemmel başlayıp mükemmel bitmesine rağmen albümün tam ortasına yerleşmiş olan albümle aynı isimdeki 12 dakikalık şarkının amaçsızca debelenmesi nedeniyle akıcılığını ve bana göre tüm etkisini yitiren bir albümdü On Lonely Towers.



A Complex of Cages ise işi şansa bırakmayan, daha ilk şarkıda dinleyiciye "özel bir albüm dinlemek üzeresin" dedikten sonra ikinci şarkı olan The Ruby'de dinleyiciyi tamamen teslim alan bir progressive melodik death metal şaheseri ve bana göre daha şimdiden türlerden bağımsız olarak yılın en iyi albümlerinden biri. Moonsorrow, Amorphis, Kreator gibi efsanevi gruplardan elemanları kadrosunda barındıran bir grubun başarıyı yakalamasındaki en kilit faktör ise kanımca zincirin zayıf halkası olmaya en yakın aday olmasına rağmen Jón Aldará. Bana göre günümüz ekstrem metal vokalistleri içerisinde Amorphis vokalisti Tomi Joutsen ile beraber yorum gücü ve ses spektrumu açısından en başarılı isim Aldará ve bu albüme gerek brutal vokallerindeki kudret, gerekse de clean vokalindeki varyasyon sayesinde katkısı oldukça üst düzeyde. Albümdeki enstrümantasyonu incelediğimizde progressive altyapıya rağmen teknik anlamda çok zorlayıcı pasajlarla karşılaşmasak da albümün her saniyesinden buram buram tecrübe fışkırdığını söyleyebilirim rahatlıkla. Bunu V. Santura elinden çıkma nefis bir prodüksiyon ile birleştirdiğimizde gerçek anlamda bir progressive death metal ziyafeti ortaya çıkıyor. Evet, müzik hala bir miktar Amorphis ve Opeth tatları bırakıyor damağımızda ama artık Barren Earth dediğimizde aklıma Amorpeth gelmiyor.


Kıyısından köşesinden ekstrem metalin melodik örneklerine eğilimliyseniz kesinlikle kaçırılmaması gereken bir çalışma A Complex of Cages.

Tavsiye edilen parçalar: The Ruby, Spire, Further Down, Zeal, aslında hepsi

Puan: 9/10


8/31/2018

Campfire Audio Andromeda İncelemesi

Head-Fi ve özellikle de SBAF gibi platformlarda oldukça yoğun ilgi ve takdirle karşılanmış bu 5 balanced armature sürücülü kulaklığın incelemesini elimden geldiğince yapmaya çalışacağım.

Son 5 senedir bu hobiyle elimden geldiğince haşır neşir olmaya çalışan birisi olarak şu ana kadar çok fazla üst seviye kulaklık deneme şansına mazhar olamadım malesef. Başlangıçta Sennheiser HD 598 ve Audio Technica ATH-M40X gibi over-ear kulaklıklarla oldukça tatmin olsam da bu tip kulaklıkların günlük mobil kullanımda pek de pratik olmaması ve benim de musikiye ayırabildiğim zamanın büyük ölçüde işe gidip gelirken toplu taşımadaki süreyle sınırlı olması beni IEM arayışına itti diyebilirim

Temel olarak nötral dizilime yakın, bas ve tizlerde çok çok hafif bir artış sunan IEM arayışım ilk başta birçoğumuz gibi beni ucuz yollu opsiyonlara yöneltti. Monoprice 8320 ile başlayıp kısa sürede Soundmagic E80’e geçip uzunca bir süre keyifle kullandıktan sonra Pinnacle P1’e geçip bu arkadaşı Chord Mojo ile 1 yılı geçkin süre ayıla bayıla kullandım. Ama tabi ki upgradeitis denen illet neticesinde bu arayışa uzunca bir süre ara verebilmek adına TOTL bir IEM peşine düşünce okuduğum yorumlar ve incelemeler neticesinde Andromeda’da karar kıldım ve sabırla Black Friday’i beklemeye başladım.

Dolayısıyla bu incelemede herhangi bir karşılaştırma yapamayacağım zira daha önceki IEM’lerim kendi fiyat kategorilerinde her ne kadar çok tatminkar sonuçlar sunsa da gerek dinamik sürücülü IEM’ler olmaları gerekse de aradaki uçuk fiyat farkı nedeniyle bu arkadaşları karşılaştırmaya sokmak Barcelona ile takımım Beşiktaş’ı karşılaştırmak gibi olacak. Bundan dolayı sadece izlenimlerimi ve farklı kaynaklarla elde ettiğim sonuçları paylaşacağım.

Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Bu kulaklık kimler için? Rock, metal, klasik müzik, jazz sevenler için end-game IEM olabilir kesinlikle.

Kimler için değil? Elektronik müzik sevenler ve basshead’lerin aradığını bulamayacakları bir kulaklık olabilir, şimdiden uyarayım ki bu inceleme ile boşuna vakit kaybetmeyin...

İnceleme için ağırlıklı olarak kullandığım albümleri ve seçilme sebeplerini de önceden belirteyim:

Steven Wilson – Hand Cannot Erase ve To The Bone (Son dönemde dinlediğim türler içerisindeki en kaliteli ve dinamik prodüksiyonlar olduklarını düşündüğüm için)

Alkaloid – Liquid Anatomy (Ekstrem müzik, compressed mastering’e rağmen büyük ölçüde zengin bir mikrodetay sunan düzenlemeleri algılayabilmek)

Amorphis – Queen of Time (yukarıdaki kadar sert olmasa da benzer sebepler ek olarak vokallerdeki çeşitlilik)

Judas Priest – Firepower (cayır cayır elektro gitar, yürek hoplatan baslar ve akıl alan davul partisyonlarının sunumu)

Yes – Close To The Edge, King Crimson – Lark’s Tongues in Aspic ve Return to Forever – Romantic Warrior (70’lerin eski ama kaliteli kayıtlarındaki performans)

Pain of Salvation – 12:5 (akustik canlı kayıtlardaki performans)

Gelelim Andromeda’ya:

Baslar:

Kesinlikle bir basshead’e uygun olmamakla birlikte bas mevzusunda çok da yabana atılmaması gereken bir IEM. Özellikle kullanılan müzikçaların output impedance'ı düştükçe baslar giderek öne çıkıyor. Örneğin Sony WM1A’da yaklaşık 1 ohm civarındaki OI ile tam hedeflediğim yoğunlukta, spektrum içerisinde hissedilebilir ama aşırı öne çıkmayan bir bass varken, Chord Mojo ya da iphone’un yanında gelen lightning dongle gibi sıfıra yakın bir OI ile baslar spektrumun birkaç adım önünde yer yer mid’lere bile taşma sınırına yakın olduğunu düşündüğüm bir hal alıyor. Elbette bunun da meraklıları olacaktır ama bu gibi sıfıra yakın impedans’lı kaynaklarda benim hissettiğim tizlerde bir boğuklaşma var. Işıltılı tizleri seven benim gibiler için çok da hoş bir deneyim olmadığını düşünüyorum. “Fazla basa hayır demem ama tizlerime dokunma” demek istiyorum kendisine.


Dolayısıyla bu kulaklığı en sağlıklı değerlendirebilecek kaynaklar yaklaşık 1-2 ohm’luk bir output impedance sunan Sony WM1A ve ZX2 gibi DAP’lar diye düşünüyorum.


WM1A’da birçoklarınca bass’ların miksajda boğuk olduğu ifade edilen Amorphis – Queen of Time albümünde bile Oli-Pekka Laine’nin bass’ları çok net dinlenebiliyor. Daha iyi mastering’e sahip Steven Wilson albümlerinde ise Nick Beggs’in yerinde duramayan bass’lari ya da Close To The Edge’de Chris Squire’ın Rickenbacker’ı yer yer başka mevzulara odaklanmanızı engelleyecek kadar etkileyici. Genel olarak bass’lar vurucu, hızlı ama sustain’i oldukça kısa diyebiliriz. Balanced armature’ler için çok klasik bir tablo bu muhakkak ki ama andromeda bu tipik senaryoyu sizlere çok daha güçlü ve heyecanlı bir şekilde sunuyor. Kick drum’larda da benzer bir durum mevcut. Her türlü nüansı hissedebildiğiniz, hızlı bir sunum var burada da. Sub-bass değil de Mid-bass ağırlıklı demek en doğrusu belki de.

Midler:

Output impedance’tan en az etkilenen bölüm burası Andromeda’da. Benim gördüğüm kadarıyla kaynaktan bağımsız olarak her senaryoda ciddi anlamda tatminkar bir sunum var midlerde. Judas Priest’in Firepower albümünü (aslında neredeyse her metal albümünü) dinlerken yerinizde duramıyorsunuz ısırgan ve enerjik gitar sounduyla. Hoş, bunda Firepower’ın da aşmış bir albüm olmasının da katkısı büyük ama neyse... Yanda görülebildiği üzere Boba Fett de bu performansa hayran kalmış vaziyette zaten.

Müzik dinlerken refleks olarak daha çok enstrümanlara yoğunlaşan biri olduğum için vokaller konusunda yorum yapmam ne kadar doğru bilemiyorum ama gerek erkek, gerekse de kadın vokallerde sunumun oldukça gerçekçi ve heyecan verici olduğunu düşünüyorum. Steven Wilson’ın Hand Cannot Erase albümünde gerek Steven’ın gerekse de Ninet’in vokallerindeki nüanslar çok etkileyici hal alabiliyor. 10 yıl kadar keman çalmış biri olarak Andromeda ile dinlediğim birçok klasik müzik kaydında da keman ve çello’ların tınısını çok çok iyi ve gerçekçi buldum. PoS’ın 12:5’inde akustik enstrümanların tınıları ve tabi ki Daniel kardeşimizin vokalleri tam olması gerektiği gibi bence.

Tizler:

Bence tüm frekanslar içerisinde Andromeda’nın en başarılı olduğu yer burası. Birçok incelemede bu mevzuda zaten piyasanın en iyilerinden biri olduğu belirtiliyor. Hızlı olduğu kadar sustain’i de oldukça uzun. Sibilansa hiç rastlamadım kullanmaya başladığım günden beri. Gerçekten kusursuz demekte sakınca görmediğim bir mevzu Andromeda’nın tizleri, bundan dolayı bu mevzuyu uzattığım takdirde sadece övgü cümleleri okuyacağınızı öngörerek sizleri sıkmadan bu bölümü kısa tutmayı uygun buldum.

Tizlerdeki bu başarılı sunum birazdan bahsedeceğim detay ve sahnedeki ferahlığa da son derece olumlu katkıda bulunuyor.


Sahne:

Bir IEM olduğuna inanmakta güçlük çekebileceğiniz bir IEM Andromeda. Birçok orta-üst seviye açık over-ear kulaklığın sahnesi ile kapışabilecek kadar ferah bir sahne var. Sahne mevzusunu algılama konusunda ciddi anlamda özürlü bir insan olarak ben bile farkı çok net hissedebildim. Bunun bir de yatay/dikey ayırımı var ama malesef ben dikey yönde bir inceleme yapabilecek bir yetkinlikte görmüyorum kendimi. Ancak yatay düzlemde oldukça geniş ve ferah bir sahne var. Mojo ile kullanıldığında bunu anlayamıyorsunuz ama WM1A ile, özellikle de balanced output kullanıldığında bambaşka bir boyuta ulaşıyor sahne. Her enstrümanı konumlandırabildiğiniz ama müziğin bütünlüğünü de bozmayan harika bir sahnesi var Andromeda’nın.


Detaylar:

Mikro ve makrodetay açısından da üst seviye bir performans sunuyor Andro. Kaliteli bir klasik müzik kaydı dinlerken (mesela Itzhak Perlman’ın solist olarak çaldığı 4 Mevsim) keman yayının her hareketini hissedebiliyorsunuz net bir şekilde. Hatta kemandan çıkan sese ek olara yayın sürtünme sesleri bile kolaylıkla algılanabiliyor ve bu inanılmaz bir deneyim. Daha kötü bir kayıt olan Alkaloid – Liquid Anatomy’de ise genel olarak tabi ki sert bir müzik var ama albüm genelinde lead gitarın aralara serpiştirdiği tiz frekanslarda hasta ruhlu olaylar var ve Andromeda ile bunları çok rahat algılayabiliyorsunuz.

Bu kadar detay sunarken müziğin bütünselliğini de hiç bir zaman yitirmediğini belirtmek gerek. Özet kısmında da bu mevzuya değineceğim.


Kablo Seçimi:

Bu bölümü kısa tutmaya çalışacağım. IEM ile birlikte gelen gümüş kaplı Litz kablo çok çok başarılı kesinlikle. Bas ve tizlerde hafif bir artış oluyor SPC kabloların karakteristik özelliği olarak.

Dengeli çıkışın bu kadar övülüyor olması sonrası “hadi canım, ne kadar fark olabilir ki?” diyerek ucuz yollu bir çözüm arayışına girdim. Brainwavz’ın standart balanced kablosunu yanına da ibasso’nun CA02 4.4mm adaptörünü sipariş ettim. Yaklaşık 30 usd’lik bir yatırım sonrası ürünler elime ulaştığında ilk denemem hayatımda unutamayacağım bir hayret sekansına büründü benim için. Sahne bir anda genişledi, detay seviyesinde ciddi bir artış oldu ama kablonun kalitesiz bir ürün olması neticesinde Litz kablonun sunduğu o kısmen gövdeli sayılabilecek sunum oldukça cılızlaştı diyebilirim.

Bu ne demekti? Bu, yeni bir arayışa başlamak demekti... Tam o dönemde Audiominor markası altında faaliyetlerini sürdüren Boğaç Bey imdadıma yetişti. Kendisinin yaptığı (fotolarda da görebileceğiniz) Marquise hibrid kablo ile kişisel nirvanama ulaştım diyebilirim. Bass’lardaki gövde geri gelirken detay seviyesi, çözünürlük ve sahnede bir miktar daha artış oldu. Tam hayallerimdeki sunuma kavuştum diyebilirim. Tek sıkıntı kablonun oldukça sert olması ve günlük pratik kullanıma pek de uygun olmaması. Ama bir şekilde çözülmeyecek dertler değil bunlar.

Andromeda kesinlikle balanced output ile kullanılması gereken bir IEM. Diğer DAP’larda da benzer bir sunum oluşuyor mu bilemiyorum ama Sony ZX2, WM1A ya da ZX300’ün balanced output’uyla kullandığınız takdirde size cenneti vaadediyor Andromeda.

Özet:

Müzikalite. Tek kelimelik özeti bu Andromeda’nın. Müzikalite. Odyofillerin arzuladığı nötrale yakın bir sunumu verirken müziğin heyecanını kaybetmeyen, sizi detay bombardımanına tutarken müziğin bütünselliğini yitirmeyen, oldukça geniş bir sahne sunarken müzikteki odağı kaybetmenizi engelleyen bir şaheser Andromeda.

The Pineapple Thief - Dissolution (2018)


1990'lı yıllardaki muhteşem psychedelic çalışmalarının ardından 2000'li yılların progressive rock adına en heyecan verici oluşumlarından biriydi Porcupine Tree şüphesiz ki. Steven Wilson'ın solo kariyerine ağırlık vermesinin ardından ne yazık ki tarihin tozlu sayfalarına gömülen bu güzide grubun hayranları da yetim kalmıştı.

Kuruluşunun yirminci yılını kutlamaya hazırlanan The Pineapple Thief ise açıkçası hiçbir zaman tam olarak ısınamadığım, zaman zaman akılları alan parlak anlar barındırsa da kanımca hep bir şeylerin eksik kaldığını hissettiren bir gruptu. Ta ki 2016 yılında çıkan Your Wilderness isimli muhteşem albümlerine kadar...

Albümün çıkışıyla beraber binlerce Porcupine Tree hayranı kendinden geçmişti adeta. Davulda misafir sanatçı olarak Gavin Harrison'ın olması değildi sadece bu coşkunun kaynağı, zira parçaların kurgulanma ve düzenlemeleri, kullanılan atmosfer, melankolinin deneysellikle muhteşem bir şekilde harmanlanmış olması ve hepsinden önemlisi bestelerdeki melodilerde yakalanan inanılmaz kalite ve akılda kalıcılık, kopyalama ucuzluğuna kaçmadan resmen buram buram Porcupine Tree kokuyordu. Yıllardır görüşülemeyen eski bir dostla rakı sofrasına oturmak gibiydi Your Wilderness. Kanımca tek kötü yanı süre olarak oldukça kısaymış gibi hissettirmesiydi. Bestelerdeki sürükleyicilik sayesinde başladığı gibi bitiyor gibi hissettiriyordu dinleyene ve bu da rakı sofrasında mezenin bitmesi etkisi yaratıyordu bünyede. Neyse ki Bruce Soord ve arkadaşları bizleri çok fazla bekletmeden, hem de Gavin Harrison'ı daimi eleman olarak kadroya katarak yeni albümlerini sundular.


Aradan geçen iki senede ne mutlu ki değişen çok bir şey yok. Bestelere yaklaşım yine melankolik, akılda kalıcı melodiler çevresinde şekillenen yoğun atmosfer ve progressive rock tabanlı enstrümantasyon ekseninde yükseliyor. Tabi ki bu sefer Your Wilderness'ın yarattığı sürpriz etkisi söz konusu değil. Gavin Harrison'ın parça yazımına bu albümde katkıda bulunabilmiş olması neticesinde bence çok daha iyi davul partisyonları mevcut albüm genelinde. Harrison'ın ghost note'lar ve zillerle yaptığı ve artık imzası haline gelen dokunuşları bu sefer kesinlikle çok daha etkileyici. Ancak geçen albümde gitarda konuk sanatçı olarak harika sololara imza atan Darran Charles'ın bu albümde yokluğu hissedilse de bu eksikliğin Dissolution'ın genel kalitesini çok da aşağıya çekmediğini söyleyebilirim.


Your Wilderness'ın bonus diski olan 8 Years Later'ı dinlediyseniz Dissolution'ın birçok bölümde 8 Years Later soslu bir Your Wilderness sentezini yakaladığını söylemek de çok yanlış olmaz diye düşünüyorum. Progressive rock ve art-pop'un çok başarılı bir sentezini arıyorsanız bu albümün sizi hayalkırıklığına uğratmayacağını söyleyebilirim rahatlıkla. Your Wilderness'ın altında kalmayan, çok dramatik değişiklikler barındırmasa da grubun anlatımına yeni lezzetler eklemeyi de başarabilmiş bir çalışma Dissolution.


Tavsiye edilen parçalar: White Mist, Threatening War, Shed a Light

Puan: 8/10



Steven Wilson - The Raven That Refused To Sing (2013) (Arsiv)



Eğer deneysel rock türevlerine sadece kıyısından da olsa aşina olsanız bile tahminen ismini duymuş olduğunuz bir isimdir Steven Wilson. Yıllardır Porcupine Tree ile belki teknik olarak olmasa bile duygusal ve kompozisyonel zenginliğin sınırlarını zorlayan bu zat, son dönemde kızağa aldığı PT sonrası iyice ağırlık verdiği solo kariyeri ile şaşırtmaya devam ediyor.

Daha önceki solo çalışmaları incelendiğinde Grace for Drowning'e kadarki dönemde progressive rock kalıplarından oldukça uzak ama çok özgün işer çıkaran Wilson, Grace for Drowning ile birlikte adeta içerisine Robert Fripp kaçmışçasına yoğun bir 70'li yıllar ziyafeti sunmaya başladı. Bu kendi adıma söyleyeyim çok ciddi bir sürprizdi, zira Wilson tüm röportajlarında 70'li yılları her ne kadar sevse de bu tarz müzik yapmaktan pek de hoşlanmadığını defalarca belirtmişti geçmişte. Sanırım King Crimson ve Jethro Tull'ın eski albumlerini remaster ve remix ettiği süreç, kendisinde farklı duygular uyandırmış olacak ki son iki albümdür bambaşka bir Steven Wilson ile karşı karşıyayız. Grace for Drowning'de ciddi bir King Crimson rüzgarı estiren Wilson bu albümüyle bu etkilenimlerin üzerine fusion esintileri de eklemiş gibi görünüyor. Bu aşamada albümde gitarlarda Guthrie Govan, klavyede Adam Holzmann, flüt ve saksofonda Theo Travis, basta Nick Beggs, davulda ise Marco Minnemann hazretlerinin çaldığı gibi "ufak" detayları da atlamadan hemen albüme geçelim.

Fusion etkilenimlerinin zirve yaptığı Luminol ile fırtına gibi başlıyor albüm. Aylar öncesinden live albümde yayınlanmış olan Luminol'e zaten alışık olan bünyeler için albümün başlangıcı tabi ki çok tanıdık geliyor ama başarılı prodüksiyon sayesinde daha öncesinde atladığım bir çok lezzetli detayı yakalamak cidden keyif veriyor. Arkadan gelen Drive Home ise dinleyiciye soluklanma fırsatı sunuyor. Tipik bir Steven Wilson bestesi olduğunu düşüdüğüm bu sakin parça Govan'ın muhteşem performansı ile sonlanıyor. The Holy Drinker'daki Opeth etkilenimleri dikkat çekici ve kompozisyonel olarak parçanın atmosfer ve türlü sertlik katmanları arasındaki devinimi parmak ısırtıcı. The Pin Drop ise ne yaşan söyleyeyim bir türlü ısınamadığım ve varlık sebebini çözümleyemediğim bir parça. Ama arkasından gelen The Watchmaker... Sadece bu parçadan oluşan bir albüm olsaydı bile sanırım verdiğim para için üzülmezdim. Her yönüyle Wilson'ın kariyeri boyunce yaptığı en iyi işlerden biri kanımca. Uslu sakin başlayıp gittikçe tempoyu arttıran ve tüm bunları ustaca bir şekilde homojenleştiren bu parça karşısında sadece şapka çıkarıyorum. Yayınlanan klibiyle bir çoğumuzun tanışma fırsatı yakaladığı The Raven That Refused to Sing ise Wilson'ın en iyi becerdiği şey olan atmosfer yaratımı konusunda yine oldukça başarılı ve akıllara kazınan nitelikte bir parça. Şu ana dek müzisyenlerin performansından pek bahsetmedim dikkat ederseniz, zira yukarıda isimlerini saydığım bu adamlardan beklentiniz nedir bilmiyorum ama tüm bu komplike işler arasında her biri parmak ısırtıcı performans sergiliyor ama çıkıp "bak işte şu parçada şu adam öne çıkmış" denebilecek çok da bir durum yok. Bence muhteşem bir grup kimyası dahilinde her şey tam dozunda (sönük kalmadan tabi ki) kotarılmış. Tüm bunlara ek olarak ses mühendisliğinde Alan Parsons imzası ile birleşen Steven Wilson mükemmeliyetçiliğinin prodüksiyon departmanında yarattığı harikalardan da bahsetmek gerekiyor. Bu kadar komplike mevzular barındırmasına rağmen her notayı bu kadar net seçebildiğim nadir albumlerden olduğunu söylemeliyim. 

The Raven That Refused to Sing, SW etiketiyle değil de başka bir isimle çıkmış olsaydı kesinlikle bir başyapıt olurdu. Şu haliyle de çok başarılı kesinlikle ama Wilson'ın bence içinde bulunduğu kafa karışıklığından olabildiğince erken kurtulması gerekiyor. Grace for Drowning'deki sound'u 70'lere saygı duruşu tadında tek albümlük bir macera  olarak değerlendirmiştim, ama yine de o albümde double-cd olmasına rağmen parçalar arasında ciddi bir uyum sezilebiliyordu. The Raven That Refused to Sing ise muhteşem güzellikte ama tarz olarak birbirinden kopuk parçalardan oluşan bir compilation gibi sanki. Bu uyum yakalanmış olsa kusursuz bir başyapıttan bahsediyor olabilirdik oysa ki...


Puan: 9/10





Riverside - Shrine of New Generation Slaves (2013) (Arsiv)



Polonya gibi progressive rock tarihi açısından çok önemli ama önemi az bilinen ve ciddi bir progressive rock geleneğine sahip bir ülkenin günümüzde bu müzik açısından lokomotifi olan Riverside yeni albümüyle bu liderlik kapsamını uluslararası niteliğe taşıma konusunda kararlı gözüküyor. Hoş, daha ilk albümleri olan Out of Myself ile 2005 yılında dahi gözümde bu noktaya gelecekleri besbelliydi, ki bunu hem Metal Pit adlı sitedeki kritiğimde hem de ekşi sözlükte defalarca belirtmiştim ama artık bu albümleriyle bunu kavrayabilmek için önsezilere veya geniş bir prog rock birikimine ihtiyaç bırakmamışlar.

Bir önceki albümleri Anno Domini HD'den ziyade ilk 3 albümlerindeki tarza daha yakın duran SoNGS, tür adına Riverside hanesine yeni bir başyapıt olarak yazılabilir nitelikte bir çalışma. ADHD, barındırdığı yüksek doz agresyon ile belki kemikleşmiş prog metal dinleyicileri için ciddi bir cazibe merkeziydi ama Riverside soundunu tanımlayan birçok element oldukça arka planda kalmıştı. Çok çok iyi bir albümdü belki ama Riverside için doğal bir evrim sürecinin devamından ziyade bir kırılma niteliğindeydi. Evrim de kırılmalarla ilerler diyecekler olacaktır ama bu bambaşka bir felsefe sohbetinin konusu olsun. SoNGS ise melankolik esintileri geri getirip bunu tipik Riverside soundunu ciddi anlamda ileri taşıyarak yapar bir nitelikte. İlk 3 albümü dinlerken "evet burası Anathema gibi", "şurada Porcupine Tree duydum sanki, "vaay Tool'a özenmişler", "burası biraz Marillion-Genesis-Camel kırması gibi olmuş" sözleri ister istemez zikrediliyordu ama bütün bu etkilenimler çok ciddi bir homojenite içinde çok başarılı bir şekilde harmanlanmıştı. SoNGS, dinlerken bu gibi sözleri sarfetmediğim ilk Riverside albümü oldu diyebilirim (Celebrity Touch'taki Deep Purple diye bağıran kısımlar hariç. Zaten albümde çok sırıtan ve gereksiz bir parçaymış gibi geldi bana).

Sanırım Piotr Grudzinski'nin gitarlarının kısmen daha arka planda kalmasının da etkisiyle ilk 2-3 dinlemede çok vasat bir izlenim bıraktı SoNGS bende ama dinledikçe bu izlenim bambaşka bir hal aldı. Grudzinski'den boşalan alanı mükemmel bir şekilde dolduran Lapaj ve klavyesi, Duda'nın akıl alan vokalleri ve kütür kütür basları ile birleşince oldukça dolgun bir sound ortaya çıkmış kesinlikle. Bütün bu faktörler leziz bestelerle birleşince Out of Myself'in kalbimdeki tahtını sarsabilecek nitelikte bir yapıt çıkmış ortaya. Dinleyin, dinletin...

Puan: 8/10