Arama:

8/31/2018

Steven Wilson - The Raven That Refused To Sing (2013) (Arsiv)



Eğer deneysel rock türevlerine sadece kıyısından da olsa aşina olsanız bile tahminen ismini duymuş olduğunuz bir isimdir Steven Wilson. Yıllardır Porcupine Tree ile belki teknik olarak olmasa bile duygusal ve kompozisyonel zenginliğin sınırlarını zorlayan bu zat, son dönemde kızağa aldığı PT sonrası iyice ağırlık verdiği solo kariyeri ile şaşırtmaya devam ediyor.

Daha önceki solo çalışmaları incelendiğinde Grace for Drowning'e kadarki dönemde progressive rock kalıplarından oldukça uzak ama çok özgün işer çıkaran Wilson, Grace for Drowning ile birlikte adeta içerisine Robert Fripp kaçmışçasına yoğun bir 70'li yıllar ziyafeti sunmaya başladı. Bu kendi adıma söyleyeyim çok ciddi bir sürprizdi, zira Wilson tüm röportajlarında 70'li yılları her ne kadar sevse de bu tarz müzik yapmaktan pek de hoşlanmadığını defalarca belirtmişti geçmişte. Sanırım King Crimson ve Jethro Tull'ın eski albumlerini remaster ve remix ettiği süreç, kendisinde farklı duygular uyandırmış olacak ki son iki albümdür bambaşka bir Steven Wilson ile karşı karşıyayız. Grace for Drowning'de ciddi bir King Crimson rüzgarı estiren Wilson bu albümüyle bu etkilenimlerin üzerine fusion esintileri de eklemiş gibi görünüyor. Bu aşamada albümde gitarlarda Guthrie Govan, klavyede Adam Holzmann, flüt ve saksofonda Theo Travis, basta Nick Beggs, davulda ise Marco Minnemann hazretlerinin çaldığı gibi "ufak" detayları da atlamadan hemen albüme geçelim.

Fusion etkilenimlerinin zirve yaptığı Luminol ile fırtına gibi başlıyor albüm. Aylar öncesinden live albümde yayınlanmış olan Luminol'e zaten alışık olan bünyeler için albümün başlangıcı tabi ki çok tanıdık geliyor ama başarılı prodüksiyon sayesinde daha öncesinde atladığım bir çok lezzetli detayı yakalamak cidden keyif veriyor. Arkadan gelen Drive Home ise dinleyiciye soluklanma fırsatı sunuyor. Tipik bir Steven Wilson bestesi olduğunu düşüdüğüm bu sakin parça Govan'ın muhteşem performansı ile sonlanıyor. The Holy Drinker'daki Opeth etkilenimleri dikkat çekici ve kompozisyonel olarak parçanın atmosfer ve türlü sertlik katmanları arasındaki devinimi parmak ısırtıcı. The Pin Drop ise ne yaşan söyleyeyim bir türlü ısınamadığım ve varlık sebebini çözümleyemediğim bir parça. Ama arkasından gelen The Watchmaker... Sadece bu parçadan oluşan bir albüm olsaydı bile sanırım verdiğim para için üzülmezdim. Her yönüyle Wilson'ın kariyeri boyunce yaptığı en iyi işlerden biri kanımca. Uslu sakin başlayıp gittikçe tempoyu arttıran ve tüm bunları ustaca bir şekilde homojenleştiren bu parça karşısında sadece şapka çıkarıyorum. Yayınlanan klibiyle bir çoğumuzun tanışma fırsatı yakaladığı The Raven That Refused to Sing ise Wilson'ın en iyi becerdiği şey olan atmosfer yaratımı konusunda yine oldukça başarılı ve akıllara kazınan nitelikte bir parça. Şu ana dek müzisyenlerin performansından pek bahsetmedim dikkat ederseniz, zira yukarıda isimlerini saydığım bu adamlardan beklentiniz nedir bilmiyorum ama tüm bu komplike işler arasında her biri parmak ısırtıcı performans sergiliyor ama çıkıp "bak işte şu parçada şu adam öne çıkmış" denebilecek çok da bir durum yok. Bence muhteşem bir grup kimyası dahilinde her şey tam dozunda (sönük kalmadan tabi ki) kotarılmış. Tüm bunlara ek olarak ses mühendisliğinde Alan Parsons imzası ile birleşen Steven Wilson mükemmeliyetçiliğinin prodüksiyon departmanında yarattığı harikalardan da bahsetmek gerekiyor. Bu kadar komplike mevzular barındırmasına rağmen her notayı bu kadar net seçebildiğim nadir albumlerden olduğunu söylemeliyim. 

The Raven That Refused to Sing, SW etiketiyle değil de başka bir isimle çıkmış olsaydı kesinlikle bir başyapıt olurdu. Şu haliyle de çok başarılı kesinlikle ama Wilson'ın bence içinde bulunduğu kafa karışıklığından olabildiğince erken kurtulması gerekiyor. Grace for Drowning'deki sound'u 70'lere saygı duruşu tadında tek albümlük bir macera  olarak değerlendirmiştim, ama yine de o albümde double-cd olmasına rağmen parçalar arasında ciddi bir uyum sezilebiliyordu. The Raven That Refused to Sing ise muhteşem güzellikte ama tarz olarak birbirinden kopuk parçalardan oluşan bir compilation gibi sanki. Bu uyum yakalanmış olsa kusursuz bir başyapıttan bahsediyor olabilirdik oysa ki...


Puan: 9/10





1 yorum:

  1. Ahmet Emin Erdoğan10/23/2018 5:17 ÖS

    İlk dinlemede ısınamadım, hayal kırıklığı yarattı. Şarkılardaki bass linelarının aklımda dönüp durması neticesinde birkaç kez daha dinleme gereği hissettim ve kişisel diskografisinde en beğendiğim albümü oldu. Oldukça derin bir iş. Tozlu bir nostalji havası uyandırıyor, özellikle saatçi parçasında.

    YanıtlaSil